16 Ekim 2015 Cuma

İnsanlar Ölürken, Mustafa MUTLU

10 Ekim’de ülke tarihimizin en kitlesel katliamını yaşadık, 103 arkadaşımız hayatını kaybetti, yüzlercesi yaralandı. İnsanların barış çığlığı kana bulandı.

       Bu topraklar sosyalizm düşüncesiyle Osmanlı’nın son döneminde tanıştı ve ilk örgütlenmeler de bu dönemde başladı. İlk sosyalist parti olan Osmanlı Sosyalist Fırkası kurucusu olan İştirakçi Hilmi de bu dönemde öldürüldü. Ve o günden bugüne hep öldürülüyoruz. Ama tekil, ama kitlesel.  Ve 10 Ekim’de bir kere daha öldürüldük.

Öldürülen arkadaşlarımızın katillerini tanıyoruz. Roboski’den, Reyhanlı’dan, Soma Madeni’nden, Torunlar İnşaat’tan, Diyarbakır’dan, Suruç’tan.

Arkadaşlarımızın acısı ve yaşanan katliam, uzun süre hafızalarımızdan çıkmayacak. Bir taraftan arkadaşlarımızın yasını tutmaya çalışırken, bir taraftan da saldırı kadar alçakça olan yalanlarla mücadele ediyoruz.

Bombayı patlatanların arkasında siyasi iktidarın olduğunun görünmemesi için, ellerinden geleni yapıyorlar.  Yalan söylüyorlar, hedef şaşırtıyorlar, gerçeğin açığa çıkmasını istemiyorlar.

Bunlardan biri de Aydınlık Gazetesi yazarı Mustafa MUTLU. Aydınlık Gazetesi’ni bilmeyeniniz yoktur. Doğu PERİNÇEK’in yayın organı. İşte bu gazetenin yazarı Bay Mutlu, 14 Ekim tarihli yazısında aklınca DİSK-KESK-TMMOB ve TTB yöneticilerine sorular soruyor; “Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu DİSK’in... Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu KESK’in... Türkiye Mimar ve Mühendis Odaları Birliği TMMOB’un... Ve Türk Tabipleri Birliği TTB’nin o alanda ne işi vardı? PKK’nın siyasi kanadı HDP’yle neden kol kola girdiler?”  

Mitingin çağrıcısı ve örgütleyicisi oldukları için olabilir mi Bay Mutlu? Bu miting DİSK-KESK-TMMOB ve TTB’nin çağrısı üzerine yapıldı. Evet Bay Mutlu kol kola girdik, barış için, kardeşlik için, eşit, özgür, gerçekten demokratik bir Türkiye’de bir arada yaşamak için.
         
      HDP, Haziran, CHP, ESP ve daha nice örgüt kol kola girdi, yan yana geldi. “Barış olsun, ölümler dursun” demek için Ankara’ya geldi. Son zamanlardaki en kitlesel eylem yapılacaktı ama yapılamadı. Sizin bugün yancılığını yaptığınız AKP iktidarı ve onun besleyip büyüttüğü caniler, yoldaşlarımızı katletti. Birileri, barış sesinin bu kadar gür çıkmasına tahammül edemedi.

Siz ve size liderlik yapan omurgasız şahsiyet ile sarayın emir eri olmuş olabilirsiniz ama bu ülkenin devrimcileri sizin kadar omurgasız değil. Siz sarayın savaşını “vatan savunması” diye kendi gazete yazarlarınıza bile yutturamıyorken, halka yutturabileceğinizi sanıyorsunuz Bay Mutlu. Herkesin sizin gibi bir yerden emir alarak mı siyaset yaptığını zannediyorsunuz? Türk ordusu, ABD ve PKK’ye karşı mücadele ediyor yalanını söylüyorsunuz. Sonra ABD ile anlaşıp, İncirlik üssünü ABD’ye açan AKP’ye sınırsız destek veriyorsunuz. Cihatçılara karşı Suriye ve Esad’ın yanındayız deyip, Suriye halkını ve Esad’ı baş düşman ilan etmiş AKP ve sarayın yanında savaş çığırtkanlığı yapıyorsunuz.

Bay Mutlu’nun yalanları, yukarıda belirttiklerimle de bitmiyor. Yine DİSK-KESK-TMMOB ve TTB’ye şöyle sesleniyor. “PKK, Dağlıca’yı basıp onlarca askerimizi öldürdüğü zaman, neden ortalıkta yoktunuz? Polislerimize pusu kurulduğu günlerde neredeydiniz? Sivil vatandaşlar katledildiğinde niçin susuyordunuz?” 

Susmadıkları için Türkiye’nin dört bir yanından onbinlerce insan, 10 Ekim’de Ankara’daydı Bay Mutlu. “Artık yeter; ne asker ölsün, ne de gerilla, silahlar sussun, barış gelsin” diye haykırıyorlardı. Halaylar çekip, şarkılar, türküler söylüyorlardı. Ama sizin yancılığını yaptığınız siyasi iktidarın beslemesi caniler, o türkülere bombalarla saldırdılar. Hadi, bombalarla susturulmaya çalışılan barış sesimizi duymuyorsunuz Bay Mutlu, biraz zahmet edip, bu kurumların internet sitelerine bakıp, Dağlıca dâhil yaşanan onca olaya karşı söylediklerini görebilirsiniz.

Ama Bay Mutlu sizin derdiniz bombaların patlaması, insanların ölmesi değil. Sizin derdiniz bombaların asıl faili olan siyasi iktidarın rolünün, açığa çıkmasını engellemek. Ama boşuna çırpınıyorsunuz Bay Mutlu. Herkes, her şeyin farkında. Sorumluları bile kendilerini gizleyemiyor, siz boşuna çırpınıyorsunuz Bay Mutlu.  

Bay Mutlu bir de şark kurnazlığı yapıyor ve lümpen faşist ağzıyla “niye elinizde hiç bayrak yoktu?” diye soruyor.  “Bayrak olmaması için ortak karar mı aldınız?” diye de ekliyor. Aklınca bayrak üzerinden sendika ve odaları vurmaya çalışıyor. Tıpkı yancılıklarını yaptıkları AKP ve saray gibi, bayrağı toplumsal muhalefet üzerinden bir sopa gibi kullanmaya çalışıyor Bay Mutlu.

Bay Mutlu bunlarla da yetinmiyor bir de solculuk dersi vermeye kalkıyor.  Şöyle buyurmuş Bay Mutlu “Solculuk; her türlü etnik ve dinci siyasete “Hayır” demeyi gerektirir... Siz ise Kürtçülük üzerinden siyaset yapan HDP’nin ve onun silahlı örgütü PKK’nın maşası haline geldiniz. Bu yüzden, solculuk, sosyalistlik ayağına yatmayın; yemeyiz...” Bay Mutlu’ya bu solculuk konusunda verilecek en iyi cevap, Picasso’nun çizmeciye verdiği cevaptır.  Picasso bir resminde kullanacağı çizme figürü için çizmeciden yardım alır. Bu iş hoşuna giden çizmeci, resmin diğer yerleri hakkında da yorum yapmaya başlayınca Picasso dayanamaz ve “dur” der, “mesele resimse, çizmeden yukarı çıkma sen”

Evet Bay Mutlu mesele solculuksa, orda durun ve çizmeyi aşmayın. Sizin gibi düşünmeyen, savaş değil barış isteyen insanların kanı aktığı için “Mutlu” olabilirsiniz. Biz tam tersi çok öfkeliyiz ve isyandayız. Bu sefer arkadaşlarımızın hesabını vereceksiniz, hem onları öldürenler, azmettirenler, ekran karşısında pis pis sırıtanlar hem de onları aklamaya çalışan sizler. Bu sefer öfkemizden kaçamayacaksınız Bay Mutlu.

 




10 Eylül 2015 Perşembe

Düşmanlar Bile Birbirine Saygılı Davranabilirler

Türkiye kanlı bir iç savaş süreciyle karşı karşıya. 400 vekil uğruna gencecik bedenler hayatının baharında peş peşe toprağa düşüyor. Gazeteler, parti binaları basılıyor, Kürtler linç ediliyor,Alevi mahalleleri basılmaya çalışılıyor,yeni Madımak çağrıları yapılıyor. Adeta ok yaydan çıkmış durumda.
Askeri vesayete karşı mücadele ettiğini söyleyen iktidar, valilere genelge göndererek toplumsal olaylar karşısında askerleri göreve çağırma yetkisi veriyor.
Batıda ırkçı faşist gruplarla sokakta terör estirilirken Kürt illerinde yeniden OHAL günlerine dönülüyor. Sokağa çıkma yasakları ve yargısız infazlar geri dönmüş durumda.
Sokağa çıkma yasakları ilan edilerek halka hayat zindan ediliyor. Cizre günlerdir kuşatma altında. Halk sokağa çıkamıyor ve  her yandan kuşatılmış durumda. Sokağa çıkan insanlar, keskin nişancılar tarafından genç, yaşlı,çoluk çocuk demeden vuruluyor,evler bombalanıyor.
Halkın oyuyla seçilmiş vekiller, geçici hükümetin bakanları ilçeye sokulmuyor. İnsanlar dağı taşı yürüyerek aşmaya çalışıyor.
İnsanlar öldürülen yakınlarının cenazelerini sokağa çıkma yasağı yüzünden kaldıramıyor. Ölülerin bedenleri kokmasın diye derin dondurucularda saklanıyor,buz kalıplarıyla soğutulmaya çalışılıyor.
Oysa savaşın bile bir hukuku, ahlakı vardır. Savaşta bile ölen insanların gömülmesine müsaade edilir.
Truva filmini izleyenleriniz vardır muhakkak.  Truva’yı işgale gelen Yunan ordusunun en büyük savaşçısı yarı tanrı Akhileus Truvalı komutan Hektor’u öldürür ve cesedini kaçırır. Oğlunun cenazesini almaya giden Truva kralı Priamos ve Akhileus arasında şöyle bir diyalog geçer;
Akhileus: Oğlunun cesedini sana versem bile yarın yine düşmanımsın.
Priamos: Bu akşam bile düşmanımsın ama düşmanlar bile birbirine saygılı davranabilir.
Evet, düşmanlar bile birbirine saygılı davranabilir. Ama maalesef Cizre’de bunu göremiyoruz. Analar babalar çocuklarının cesedini derin dondurucuda bekletmek zorunda bırakılıyor.
Çocuklarının cansız bedeniyle günlerce aynı ortamda kalıyorlar. Söyleyin böyle bir acıya kaçınız dayanabilirsiniz ?Kaçınızın akıl sağlığı yerinde kalabilir ?Kaçınız kendinizi bu ülkeye ait hissede bilirsiniz ?
Hadi diriye hiç saygıları yok ölüye eziyet etmek neden?
İşte bunlar hep bir sarayın saltanatı için. 400 vekil uğruna bir arada yaşam koşullarımız parçalanıyor.
1 Kasım’dan sonra değil 400,550 vekil dahi alsalar bu şartlarda bu kan deryası içinde bu ülkeyi yönetemezler.
Ülkeyi ancak olağanüstü koşullarda tüm kurumlar devre dışı bırakılarak ve tüm yetkiler tek elde toplanmış şekilde yönetmek isteyecekler. Onun için de  iç savaşı göze almış durumdalar.
O yüzden sokağı ele geçirmek, bizi sindirmek ve direnemez hale getirmek istiyorlar.
Artık basın açıklamalarıyla tepki göstereceğimiz günler geride kalmak üzere. Bu faşist ablukaya  karşı ortak bir direniş göstermeliyiz.
Savaşı kimin çıkardığını unutturmadan, saraya duyulan öfkeyi örgütleyerek, bir arada yaşam iradesine sahip çıkarak mücadelemizi sürdürmeliyiz.
Tarihin bizi bir kez daha faşizme karşı örgütlenemediğimiz için yargılamasına müsaade etmeyelim.

24 Ağustos 2015 Pazartesi

Deniz Baykal, Erdoğan’a Can Suyu Olmaya Devam Ediyor


Recep Tayyip ERDOĞAN’ın her sıkıştığı dönemde imdadına yetişen Deniz BAYKAL, yine sahnede. 7 Haziran seçimlerinden sonra iki gün ortada görünmeyen, sesi soluğu çıkmayan Erdoğan hemen Deniz BAYKAL’ı aramış, oda koşarak gitmişti.  Çeşitli açıklamalar yapılsa da halen ne konuşulduğu, tam olarak neyin pazarlığı yapıldığı bir muamma. 
 
Recep Tayyip ERDOĞAN’ın ülkenin yönetim şeklinin değiştiğini ilan ettiği, seçim sonrası hükümet kurdurmadığı, ülkeyi kanlı bir sürece soktuğu, kaçak saray merkezli tek adam rejiminin kurulmaya çalışıldığı bir dönemdeyiz.

Siyasi krizle birlikte ekonomik krizde derinleşmekte. Dolar sürekli yükselirken, Türk Lirası değer kaybediyor. Emekçilerin ücretleri erirken, hayat pahalılığı her geçen gün artıyor. Bu işin sorumlularıysa, tam bir vurdumduymazlık içindeler.

Toplumun önemli bir kesimi, yaşanan bu tablonun baş sorumlusunun kaçak saray olduğunun farkında.  AKP ve kaçak saray, toplumda yükselen hatta yükselebilecek sesleri kıstırmak için sıkıyönetim dönemlerini aratmayan bir baskıyla ülkeyi yönetmeye çalışıyor. Kürt illerinde OHAL dönemine geri dönülürken, batıda en küçük demokratik eylemler bile bastırılmaya çalışılıyor.

Baykal’ın mensubu olduğu CHP’nin Genel Başkanı Kemal KILIÇDAROĞLU, “sivil darbeyle karşı karşıyayız. Hükümet kurulamasının baş sorumlu Erdoğan’dır. Akan kanın sorumlusu kaçak sarayda oturuyor” diyor. Toplumun önemli bir kesimi, akan kanın sorumlusunun, yaşanan kaosun sorumlusunun kaçak saray olduğunun farkında. İşte kaçak saray böyle sıkışmış bir dönemdeyken, onun elini rahatlatacak açıklama yine Deniz BAYKAL’dan geliyor.

Herkes ülkede bir hükümet kurulamamasının ve seçimlerin tekrar edilmesinin Recep Tayyip ERDOĞAN’ın bir planı olduğuna adı gibi eminken, Baykal çıkıp; “Erdoğan seçimden değil, koalisyondan yanaydı” diyor. Yani Baykal’a göre, Erdoğan koalisyon istiyordu ama kendi partisi dahil diğerleri hükümet kurmayarak, Erdoğan’ı erken seçime mecbur bıraktı. Seçimlerin ardından yaptığı gibi bir kere daha Erdoğan’ın imdadına yetişiyor, elini rahatlatıyor ve kendi genel başkanını da boşa düşürmüş oluyor.

Yapılacak seçimde tablo aşağı yukarı, 7 Haziran seçimlerinin sonucu gibi olacaktır. Çok değişen bir şey olmayacak belki ama CHP yönetimi artık Baykal’ı vekil adayı göstermeyerek, makûs talihinde büyük bir değişiklik yapabilir. Bu insanlık için küçük ama CHP için büyük bir adım olacaktır.

 

28 Temmuz 2015 Salı

Çocuğuna, İnsanlara Biber Gazı Sıkmadım Diyemeyen Polisin Acıklı Hikayesi

Muratpaşa Belediyesi tarafından Meydan Kavağı Mahallesi’nde bulunan park alanı düzenlenerek vatandaşların hizmetine açılmış, parkın içinde bulunan trafoya da Gezi İsyanının simgesi haline gelen “kırmızılı kadın” a polisin biber gazı sıktığı an resmedilmiş,parkın içinde bulunan mini tiyatro kısmına da Gezi olaylarında katledilenlerin kabartmaları yapılmıştır.

Ancak bu resim ve kabartmalar bazılarını oldukça rahatsız etmiş. Çocuğuyla parkta yürüyüşe çıkan ve basına adını vermek istemeyen bir polis “oğlunun çocuk parkında oynarken resmi gördüğünü ve baba sen de insanlara biber gazı sıktın mı? diye sorunca verecek cevap bulamadım” demiş.

Hayat böyledir; Gerçekler hiç beklemediğin yerden çıkar, yüzünde tokat gibi patlar. Polis memuru oğluna’’ yok oğlum olur mu öyle şey, biz insanlara biber gazı sıkmadık’’ diyememiştir.

Gezi isyanında Ethem Sarısülük’ü öldürmedik,

Ali İsmail Korkmaz’a atılan son tekmeyle de bir alakamız yok,

Abdullah Can Cömert yoğun biber gazından ölmedi,

Mehmet Ayvalıtaş’ı ezen sürücüyü biz kollamadık,

Medeni Yıldırım Devlet kurşunuyla ölmedi,

Berkin Elvan’ı ekmek almaya giderken başından biz vurmadık,

Ahmet Atakan  bizim attığımız biber gazı kapsülüyle vurulup düşmedi,

Uyuşturucuyla ve uyuşturucu satan çetelerle mücadele eden Hasan Ferit
Gedik’in kanlı gömleğini biz yok etmedik, katillerini korumadık,

Hakan Yaman’a işkence edip diri diri ateşe atmadık,

Antalya’da yakaladığımız Erdem Kara’ya sokak ortasında işkence etmedik diyememiş.

Diyemez de… Çünkü biliyor ki halka biber gazı da sıkıyorlar, işkence de ediyorlar… Yetmiyor  Günay Özarslan’da olduğu gibi yargısız infaz da  ediyorlar.

Polis çocuğuna biz bunları yapmadık dese yalan söyleyeceğini biliyor.

Biliyor ki çocuğu büyüdüğünde iki dakika internete girip gezi olayları yazsa tüm o vahşeti görecek.

O yüzden çocuğuna cevap vermek yerine basına parkta yer alan resmi şikayet ediyor rahatsızlığını dile getiriyor.

Gaz sıktığınız, öldürdüğünüz o gencecik çocukların hayaleti peşinizi bırakmıyor, nerde olsa karşınıza çıkıyor ve çıkmaya devam edecek.


21 Temmuz 2015 Salı

Suruç Katliamının Failleri Belli!


Suruç’ta Sosyalist Gençlik Dernekleri Federasyonu üyesi 31 devrimciyi katledenler belli. Listenin en başında, Ortadoğu’nun kan gölüne dönmesinin baş sorumlusu ABD var. Irak savaşıyla başlayan, Afganistan işgaliyle devam eden Ortadoğu’yu yeniden şekillendirme süreci, kanlı bir şekilde devam ediyor. Irak ve Afganistan’ın ardından, Libya ve Suriye’de parçalanmış durumda. Yemen, Suudi Arabistan’ın taşeronluğunda kaosa sürükleniyor. Resmi olarak bu devletler var olsa bile, fiili olarak ikiye, üçe bölünmüş durumdalar. Bu bölünmüşlük ve kaos ortamında, cihatçı terör şebekeleri mantar gibi çoğalıyor.

Suruç’taki katliamın ikinci büyük faili, ABD’nin Ortadoğu’daki taşeronluğunu yürüten, kendine verilen taşeron rolüyle yetinmeyen, Neo-Osmanlı hayalleriyle bölgede yeniden söz sahibi olacağını düşünen AKP iktidarıdır. AKP iktidarı, bölgedeki neredeyse bütün ülkelerin iç işlerine müdahale etmeye çalışmış, Suriye’de yaşanan savaşın doğrudan tarafı olmuştur. Suriye Devlet Başkanı Beşar ESAD’a karşı savaşan tüm cihatçı gruplar desteklenmiş, bunlara her türlü maddi ve lojistik destek sağlanmıştır. Öyle ki IŞİD’le petrol ticareti bile yapılmış, IŞİD’in işgal ettiği bölgelerin elektriği bile Türkiye’den sağlanmıştır. Ülkemiz cihatçı teröristler için, köprü vaziyeti görmektedir. Devrimciler yurtiçinde bile kimlik kontrolüne uğramadan seyahat edemezken, cihatçı teröristler elini kolunu sallayarak ülkemize girip sınırlarımızdan rahatça geçmektedir.

Suruç’taki katliamın diğer faili, yukarıdaki baş sorumluların yaratıp desteklediği IŞİD canileridir. Bugün IŞİD’in ABD’den habersiz var olduğunu kimse iddia edemez. Tıpkı El-Kaide gibi. Bakmayın siz şimdi, ABD’nin IŞİD’i baş düşman ilan etmesine ve havadan bombalıyor olmasına. IŞİD’i var eden bataklığı ABD yarattı ve o bataklıkta yetişen canilerle mücadele kisvesi altında bölgedeki varlığını perçinliyor. AKP, IŞİD’i hiçbir zaman tehdit olarak görmedi. Baştan beri mezhep yakınlığından dolayı, Sünni öfkeli gençler olarak niteledi. Ardından IŞİD Suriye’de güçlendikçe, Kürtlere karşı savaştıkça, onlara desteğini arttırdı. Ülke içinde askerini, polisini, vatandaşını öldürmesine, konsolosluğunu işgal etmesine ses etmedi. Ülke içinde hücreler oluşturmasına göz yumdu. İç politikada taşeron olarak kullanmaktan çekinmedi. Seçimler sürecinde Kürtlere yönelik saldırının faillerini açığa çıkarmadı. “PYD, IŞİD’den daha tehlikeli” manşetleri AKP’nin IŞİD’in yanında durduğunun kanıtıdır.

HDP Eş Genel Başkanı Selahattin DEMİRTAŞ’ın Kürt halkına yaptığı “kendi güvenliğinizi alın” çağrısını, sadece Kürtler değil, tüm halkımız dikkate almalı. Çünkü AKP iktidarı sayesinde, ülkemizde IŞİD hücresi olmayan il kalmadı gibi. Suruç katliamıyla açığa çıktı ki IŞİD’in hedefi artık sadece Kürtler değil. Kürt hareketiyle dayanışma içinde olan, devrimci güçler. Yarın belki de ülkenin tüm muhalif kesimleri. Ülkede yükselecek her türlü muhalefet dinamiğini bastırmak isteyen AKP, IŞİD’i kullanmaktan da çekinmeyecektir.

Tekrar tekrar söylemekte fayda var; AKP iktidarda kalmak uğruna her şeyi deneyecektir.  Ülkenin iç savaşa sürüklenmesi bile buna dahildir. Böyle bir durumda ilk hedef, Suruç’ta olduğu gibi devrimci güçler olacaktır. O yüzden daha örgütlü, daha dikkatli ve her türlü saldırıya karşı hazırlıklı olmalıyız.

Özellikle Haziran Meclislerimize büyük sorumluluk düşüyor. Meclislerimiz daha yaygınlaştırılmalı ve aktif hale getirilmeli, halk örgütlenmelerini daha da çoğaltmalıyız. Bizi teslim almaya çalışan bu karanlığa karşı, aydınlık bir geleceği daha çok savunacağız. Ülkemizin kaderini bu kötülüğe teslim etmeyeceğiz. Yılmayacağız, teslim olmayacağız.  

Devrimciler olarak bir kere daha kitlesel bir katliamın hedefi olduk. O kadar çok öldük ki! Bu bize dert oldu ama her türlü zulme ve katliama rağmen asla teslim olmadık, bu da onlara dert olsun.

24 Haziran 2015 Çarşamba

Antalyaspor’un Flaş Transferlerinin Sırrı Ne?


Bir yıl aradan sonra yeniden süper lige yükselen Antalyaspor’da ilginç gelişmeler yaşanıyor. Sezona kötü başlayan ve ardı ardına teknik direktör değiştiren Antalyaspor, en son Yusuf ŞİMŞEK’le süper lige çıkmayı başardı. Şimdi de ardı ardına yapılan, flaş transferlerle gündemde. Antalyaspor, dünya yıldızları ETO ve RONALDİNHO’yu kadrosuna katmaya çalışıyor. ETO transferinin bittiği söylenirken, RONALDİNHO’nun düşünmek için süre istediği belirtiliyor.
ETO için "anlaşıldı" denilse de henüz kesinleşmiş görünmüyor. Yöneticiler ETO formalarıyla poz verseler bile, imza için gidilen İtalya’da pürüzler çıktığını basından izliyoruz. Taraftarlar da "ha geldi, ha gelecek" deyip havaalanında sabahlayıp duruyor. (yazımı yazdığım şu saatlerde de ETO henüz imzayı atmış değil)

Taraftar bekleyedursun, biz kafamıza takılan sorulara cevap bulmaya çalışalım. Antalyaspor bu kadar maliyetli transferlere neden gerek duyuyor? Üç yıllığına anlaşma sağlandığı iddia edilen ETO’ya ödenecek ücret, 12 Milyon Euro. Antalyaspor Başkanı Gültekin GENCER transferlerin sebebini, "tribünleri doldurmak" olarak açıklıyor. Antalyaspor geçen yıl ortalama 1250 kişiye oynamış. Süper ligdeki son sezonunda ortalama seyirci sayısı 3000 kişi. Yani Antalyalılar takımlarını desteklemeye genelde gitmiyor. Çünkü şehir bir Eskişehir, Bursa veya Adana gibi futbol şehri değil. Şehre kimliği veren asıl şey, turizm. Yani ETO ve RONALDİNHO bile gelse, stadyumun tamamen dolma şansı çok zor.  Ama bu riske giriliyor. Çünkü herşey, yeni yapılan stadyumu doldurma üzerine kurulu.

Aslında transferler Antalyaspor’un yararına değil, Antalya AKP teşkilatının yararına yapılıyor. Zaten daha baştan, "ETO’nun Dışişleri Bakanı Mevlüt ÇAVUŞOĞLU’nun tahsis ettiği uçakla getirileceği" haberinin yayılması, bu PR çalışmasının* ilk aşamasıydı. Ama tepkiler tam tersi olunca, hemen açıklama değiştirildi.

Herkesin malumu olduğu gibi, bu kadar büyüğüne çok ihtiyaç olmamasına ve yerinin yanlış olduğu belirtilmesine rağmen, kente 33 bin kişilik bir stadyum yapıldı. Şimdi de bu stadyumun doldurulması gerekiyor. Stadyumun bir kılıf olduğu, asıl derdin yanına yapılan AVM ve rezidanslar olduğu artık herkes tarafından biliniyor.

Stadyum bitti, Antalyaspor’da süper lige çıktı. Şimdi stadyum doldurulacak diye, Antalyaspor’un geleceği karartılıyor. Sırf AKP’nin reklamı olsun diye. Eğer transferler gerçekleşirse, muhtemelen stadyumun açılışı bu transferlerin tanıtımıyla birlikte yapılacak. Tanıtımda da Dışişleri Bakanı Mevlüt ÇAVUŞOĞLU ve Büyükşehir Belediye Başkanı Menderes TÜREL en başta olacak. Belki seçim mitinglerinde açılışını yapamadığı için Cumhurbaşkanı Recep Tayyip ERDOĞAN’da gelir ve kadro tamamlanır. Böylece "bakın ne güzel stadyum yaptık, mis gibi de iki dünya yıldızı getirdik. Gelin maçları izleyin, hatta yanındaki rezidanslardan da almayı unutmayın" denir.

*PR kurumların amaç ve hedefleri doğrultusunda kendileri için geliştirdiği tanımın kamuoyu tarafından aynı şekilde algılanabilmesini sağlayacak faaliyetler bütünüdür.

9 Haziran 2015 Salı

Erdoğan’ın Kabusu Haziran!!


Nihayet 7 Haziran seçimleri bitti. Seçimin en büyük galibi, yüzde 10 barajını aşmayı başaran HDP oldu. Özellikle Roboski ile başlayan Kobane ile doruğa çıkan süreçle birlikte muhafazakâr Kürtlerin AKP’den çözülme süreci hızlandı. HDP’nin Kürt illerinde aldığı oy oranlarına bakınca, durum daha net ortaya çıkıyor. Kürt seçmenin AKP’den kopuşunun yanında, büyük kentlerde de HDP oylarını artırarak barajı geçmeyi başardı. Batıdaki Kürt seçmenin yanı sıra, CHP’den de oy almayı başardı. HDP’nin barajı aşması Murat YETKİN’in ifadesiyle söylersek, “2002’de barajla tek başına iktidar olan AKP, 2015’de bu sefer baraj yüzünden yüzde 41’e rağmen tek başına iktidar olamadı.”

Seçimin kazananı HDP ise en büyük kaybedeni de Recep Tayyip ERDOĞAN oldu. Erdoğan milletvekilliği seçimlerini, kendisi için adeta bir referanduma çevirmişti.  Bu seçimden zaferle çıkması, “başkanlık yolunun tamamen açılması” demekti. Bunu şansa bırakmak istemeyen ERDOĞAN, ettiği Cumhurbaşkanlığı yeminine sadık kalmayarak, AKP’ye oy istemek için toplu açılış adı altında seçim mitingleri yaptı. Özellikle muhafazakâr Kürt oylarını koruyabilmek için, elinde Kürtçe mealli Kuran’la meydan meydan dolaştı. Kürt illerinde din propagandası yaparken, batıda MHP’ye kaçacak oyları kurtarmak için “Kürt sorunu diye bir sorun olmadığını” ilan etti, Dolmabahçe’de oluşturulan mutabakatı tanımadığını söyledi.

“400 milletvekilini verin, bu iş huzur içinde çözülsün” diyen ERDOĞAN, şu günlerde en huzursuz günlerini geçiriyor. Çünkü Haziran ayı artık ERDOĞAN için kâbus ayı olmuş durumda. Haziran ayı ERDOĞAN’a yaramıyor. Mutlak iktidarı 2013 Haziran isyanıyla sarsılan ERDOĞAN, ikinci büyük darbeyi de 7 Haziran seçiminde yaşamış oldu. Şimdilik başkanlık hayali başka bir bahara kalmış durumda. Ama tamamen bitmiş değil.

Seçimler bitti ama şimdi de sistemin nasıl yürütüleceği meselesi ortada duruyor. Öncelikle, AKP tek başına iktidar olamayacağı için, bir koalisyon kurulması  ihtimali belirmiş durumda. Recep Tayyip ERDOĞAN’ın Cumhurbaşkanlığı sınırları içine hapsedilerek, AKP’nin direksiyonuna yeni biri geçirilerek, süreç yürütülmek istenecektir.  Seçimler AKP’nin ve özellikle ERDOĞAN’nın 13 yıllık baskıcı totaliter düzeninin ardından bir rahatlama yaratabilir. Buna karşı dikkatli olmak gerekir, kurulacak koalisyonlarla sistem yeniden restore edilmek istenecektir.  Ancak ERDOĞAN kolay kolay geri çekilmeyecektir. Sonuna kadar azınlık iktidarı kurulması gibi seçenekleri de değerlendirecek olan AKP, en az hasarla çıkacağı bir erken seçimi bile zorlayabilir. Özellikle, ülkede hükümet kurulamaması ve olası ekonomik çalkantılar erken seçime giderken önemli bir argüman olarak kullanılarak, seçimden yeniden güçlenerek çıkmak isteyecektir.  Seçim süreci boyunca patlatılan bombalar, mitinglerde bile kitlesel katliam provaları, iktidar için neler yapılacağının bir göstergesidir.  İktidardan düşmemek için her türlü seçeneği deneyecekler.

AKP’nin geriletilmesi ve ERDOĞAN’nın başkanlık hayatının çökertilmesi  elbette büyük bir başarı ve moral üstünlüğüdür. Ama bu bir rehavete yol açmamalıdır. 13 yıllık AKP düzeninin yarattığı yağmacı, talan düzeninin kendini restore etmesine müsaade edilmemelidir. Toplumu korkutmaya çalıştıkları ekonomik kriz meselesi, tamamen kendilerinin eseridir. 17-25 Aralık’ta ortaya dökülenler, kurdukları mafyavari ekonomik düzenin nasıl işlediğini herkese göstermiştir. 13 yıl boyunca kurdukları yağmacı ekonomik düzen, AKP tek başına iktidar olsa da çökmeye mahkûmdu.

AKP’ye şimdi bir darbe vuruldu ama nihai darbe vurulmadan sorun çözülmeyecek.  Nihai darbeyi vururken, yerine konacak şey Gezi’nin, Haziran isyanının izinde devrimci bir seçenek olmalıdır.

18 Mayıs 2015 Pazartesi

“Geçiş Dönemi Kanlı mı Olacak Kansız mı?”


Yıllar önce Refah Partisi Genel Başkanı olan Necmettin ERBAKAN partisinin grup toplantısında konuşurken, ülkede yaşanacak dönüşümü tarif ederken şu cümleleri kullanmıştı: “Geçiş dönemi yumuşak mı olacak sert mi olacak, kanlımı olacak kansız mı olacak?” Şimdi bu sorulara AKP noktayı koymak üzere.

AKP 13 yıllık iktidarının sonunun yaklaştığının farkında. Bu durumu muhafaza için Saray merkezli, bir tek adam rejimi inşasına hız vermiş durumdalar. Yaklaşan 7 Haziran seçimleri için “en büyük projeleri” başkanlık sistemi. Dikkat ederseniz muhalefet durmadan proje sıralarken, AKP projelere muhalefet etmekle meşgul. Çünkü onları kurtaracak tek proje başkanlık sistemi. Şu anda fiilen Başkan gibi davranan Recep Tayyip ERDOĞAN’ın “verin 400 vekili, verin rahat edin” lafı boşuna değil. Çünkü başkanlık olmazsa ya da seçim kaybedilirse, iktidar teslim edilmeyecek.  Çünkü iktidarın teslim edilmesi demek, siyasi bir partiden çok, çıkar amaçlı suç örgütüne dönüşmüş olan AKP ve onun tüm lider takımının yargı karşısına çıkması demek. AKP seçimi kazansa dahi, uzun vadede iktidarını sürdürme şansı giderek zayıflıyor. Özellikle ekonomik gidişatın sürekli kötüye gidişi, Kürt sorununda inkâr ve imha politikasında ısrar, dışarıda tecrit edilmişlikle uzun süre iktidarda kalması zor.

Geriye iktidarda kalmanın birkaç yolu kalıyor. Ülkeyi Suriye ile olası bir savaşa sürüklemek, bu çaba zaten uzun zamandır sürüyor. Son olarak Genel Kurmay Başkanı’nın rapor alarak, izne ayrılması da bu senaryoya sıcak bakmamasına yoruluyor. İkinci ve belki de en kuvvetli olasılık, ülkeyi iç savaşa sürüklemek. Yani Erbakan’ın yıllar önce belki başka saiklerle sorduğu “geçiş sürecinin nasıl olacağı” sorusunu, öğrencileri tamamlamak üzere. 

Yani AKP iktidardan düşmemek uğruna, ülkeyi bir iç savaşa sürüklemekten kaçınmayacaktır. Seçim döneminde uyguladığı politika bunun açık kanıtıdır. Ağrı provokasyonuyla başlayan süreç, HDP il binaları ve seçim ofislerinin bombalanmasıyla devam ediyor.  Cumhurbaşkanı ERDOĞAN her konuşmasında PKK’yı kastederek “geri çekilme yetmez, silahların üzerine beton dökmek lazım” derken, kendi saltanatını sürdürmek için derin devletin provokasyonlar için gömdüğü silahları yerin altından çıkartıyor. Sadece yerin altından silahlar çıkarılmıyor, iç güvenlik yasasıyla polise daha çok yetki verilip, polis sayısı ve teçhizatları ağırlaştırılıp artırılıyor. Özellikle son dönemde bu alana yapılan harcamaların detayına http://muhalefet.org/haber-akp-ic-savasa-mi-hazirlaniyor-12-15093.aspx adresinden ulaşabilirsiniz.

AKP bir yandan kolluk gücünü, sokak hâkimiyetine karşı gerici ırkçı esnafı polis ilan ederek, sokağı terörize etmeyi amaçlıyor. Son olarak Nuh KÖKLÜ’den sonra, Bahadır GRAMMEŞİN yoldaşımızın bu çeteler tarafından katledilmesi tesadüf değil.

AKP’nin olası bir vurucu gücü de ülke içine çöreklendirdiği cihatçı teröristler olacaktır. Bugün ülkemizden gidip, Suriye’de savaşan çetecilerin vurucu güç olarak kullanılmayacağını kimse garanti edemez. Öyle ki bugün neredeyse ülkemizde IŞİD hücresi olmayan il yok gibi.

AKP kendi çıkarı için, ülkeyi bir yangın yerine çevirmek istiyor. AKP halka savaş açmak istiyor. Bunu görüyoruz ve buna teslim olmayacağız. AKP’nin halka açmak istediği bu savaşa teslim olmamız düşünülemez. AKP’nin bu savaş politikalarına karşı tek çözüm, yeniden Haziranlaşmakta. Haziran tam da bugünler için kuruldu.  Sokak sokak, mahalle mahalle, fabrika fabrika birleşeceğiz ve direneceğiz. Sadece direnmeyeceğiz, istediğimiz, özlediğimiz ülkeyi sokaklarda yeniden kuracağız.


   

7 Mayıs 2015 Perşembe

TURİZMDE KRİZ ÇANLARI MI ÇALIYOR?


Turizm Antalya’nın can damarı durumunda. 80’li yıllarda turizme kapısını açan Antalya, geride kalan yıllarda büyük bir sıçrama yaparak, turizmin başkenti unvanını almış durumda. İlk zamanlar yıl içinde binli rakamlarla anılan turist sayıları, şuanda on milyonlarla ifade ediliyor. Türkiye’ye gelen her üç turistten biri Antalya’ya geliyor. Durum böyle olunca kentin ana gelir kalemi de turizm durumunda. Yüz binlerce insan doğrudan ya da dolaylı olarak geçimini turizmden sağlıyor.

Antalya’ya gelen yabancı turistlerde aslan payı Almanya ve Rusya’ya ait. Ama son zamanlarda Rusya’da yaşanan gelişmelere bağlı olarak, Rus turistlerin gelişinde büyük bir düşüş yaşanıyor. Akdeniz Turistik Otelciler ve İşletmeciler Birliği (AKTOB) verilerine* göre Rusya’daki düşüşün %40’a yaklaştığı, 2015 yılının ilk dört aylık döneminde ziyaretçi sayısının da %12 gerilediği ifade ediliyor. Geçen yılın aynı döneminde 1 milyon 315 bin kişi olan turist sayısı, bu yılın ilk dört ayında 1 milyon 148 bin kişiye düşmüş durumda.

Benzer bir gerileme Hollanda içinde geçerli. Hollanda’daki düşüşün oranı %26. Geçen yıl Hollanda’ dan 102 bin turist gelirken, bu yıl bu rakam 75 bin dolayına gerilemiş durumda.

Newroz tatili süresince çokça gördüğümüz İranlı turistlerinde aslında bu yıl Türkiye’yi tercih etmedikleri görülüyor. İranlılardaki düşüşün oranı %22’ye ulaşmış durumda.

Tüm bu olumsuzluklara rağmen gelen yabancı turist sayısında %4’lük bir artış söz konusu olsa da beklentilerin çok altında.

Rus ekonomisinde ki daralma sürecek

Rusya’daki düşüşün ana faktörü elbetteki Rusya’da yaşanan ekonomik kriz. Özellikle de Ukrayna ile Rusya arasındaki krizle birlikte ABD ve AB’nin Rusya’yı ekonomik olarak baskı altında tutmaya çalışması doğrudan Türkiye turizmini ve Antalya’yı da etkilemiş durumda. Özellikle Rusya’dan turist getiren acentelerin ardı sıra iflas etmeleri bu yansımanın ne kadar etkili olduğunu gösteriyor. Önümüzdeki birkaç yıl içinde Rusya ekonomisindeki daralmanın süreceği düşünülüyor. Bu daralmadan Türkiye turizmi ve Antalya’nın da etkileneceği açık. AKTOB verilerine göre gelen Rus turistlerin %75’i otellerde konaklıyor, %80’i ise paket turlarla ülkemize geliyor. Gelen Rus turistlerin %90’ı tatil amaçlı ülkemize geliyor. Ülkemize gelen Rus turistlerin tatil için il tercihi Antalya oluyor. Antalya Rusların %78’ini ağırlıyor. Bu istatistikleri dikkate aldığımızda, Rusya’da yaşanan krizin turizme etkisinin ne kadar büyük olduğu daha anlaşılır oluyor.

Suriye ile savaş turizmin ölüm fermanı olacaktır.

Ülkemizi, haliyle turizmi ve Antalya’yı asıl etkileyecek büyük felaket, Suriye’ye olası bir askeri müdahale olacaktır. İktidarın, özellikle de Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın mezhepçi bir körlükle ve saplantılı bir şekilde yürüttükleri Suriye politikası, bir çıkmaz sokağa girmiş durumda. Türkiye, Suriye’de savaşan cihatçı teröristlerin üssüne dönüşmüş durumda. AKP iktidarının da bu çeteleri desteklediğini duymayan kalmadı. İktidarın bu çetelerin elini güçlendirmek ve tampon bölge oluşturmak için askeri bir operasyon yapmak istediği biliniyor. Son günlerde, bu konuda, Suudi Arabistan ve Katar’la işbirliği artmış durumda. Suud iktidarının İran’ın bölgede gelişen etkisini kırmak için, Yemen’de denediği askeri müdahale seçeneğini, Suriye’de de denemek istediği anlaşılıyor. Bu iş için de en kullanışlı ülke olarak Türkiye’yi görüyorlar. ABD’nin kendisinin doğrudan içinde olmayacağı bu askeri müdahaleye yeşil ışık yakması olası.

AKP özellikle içte hem seçim süreci hem ekonomik gidişat açısından sıkışmış durumda. Bu sıkışmışlığı açmak, iktidarını daha da perçinlemek için olası bir savaştan kaçınmayacaktır. Uluslararası konjonktür uygun olursa, siz bunu “ABD yeşil ışık yakarsa” diye okuyun, hemen savaş seçeneğini devreye sokacaktır.

Bu savaş ülkeyi dönülmesi güç bir sürece sokacaktır. Bu süreç bu yazının konusunu aştığından, buna şimdilik değinmiyorum. Olası savaş Antalya içinde büyük bir buhran demektir. Antalya ekonomisi adeta turizme göbekten bağlı konumda. Rusya’daki çalkantının turizme etkisini yukarıda uzun uzun anlattım. Rusya’nın Kırım’la gayri resmi savaş durumu turizmi bu şekilde vurmuşken, Suriye ile savaş durumunda ülkemizin turizminin dibe vurması kaçınılmazdır.

Turizmin gerilemesi bu sektörde çalışan yüz binlerce kişinin işsiz kalması ve turizme bağlı diğer sektörlerinde çökmesi demektir. Turizmi ve Antalya’yı sancılı günler bekliyor.         

 

*http://www.aktob.org.tr/pdf/rusya.analiz.pdf

16 Nisan 2015 Perşembe

“AHMET DURSUN, SEBA GİTSİN” DENİLİNCE DEĞİŞTİ HER ŞEY


Beşiktaş son iki gündür büyük çalkantılar yaşıyor. Önce, Reza ZARRAP’ın Beşiktaş’a kongre üyesi olacağı haberleri düştü. Ayrıca Zarrap’ın Beşiktaş’ın yapımı devam eden Vodafone Arena’dan loca aldığı da iddia edildi. Bu iddialar taraftarı ayağa kaldırdı. Nasıl kaldırmasın, her türlü kirli işe bulaşmış bir isim, Beşiktaş’a kongre üyesi oluyordu.   Beşiktaşlılar olarak daha bunun şokunu atlatamadan, ikinci büyük şoku yaşadık. İcra memurları kulübün kapısına dayanmış, hacze gelmişlerdi. Asırlık kulüp haczediliyordu.  Beşiktaş’ın başına musallat olmuş en büyük belalardan biri olan Yıldırım DEMİRÖREN’in marifetlerinden biriyle daha karşı karşıyaydı kulüp. Saha içi reklam panolarını Aktif Reklam’a kiralayan Demirören yönetimi, daha sonra anlaşmayı tek taraflı feshetmiş.  Yapılan anlaşma gereği tek taraflı fesihten doğan tazminat yükü, Fikret ORMAN yönetimine kalmış. Daha önceki alacaklar gibi. Aktif Reklamla yapılan görüşmeler sonucu borç ödenmiş. Ancak gecikmeli ödenen borçtan dolayı, ne hikmetse, Aktif Reklam şov yapar gibi kulübün kapısına kameralar eşliğinde dayandı.

Bir gün önce Reza ZARRAP’ın Beşiktaş’a kongre üyesi olduğu ve loca aldığı haberi servis ediliyor, ertesi gün kulübün kapısına icra memurları dayanıyor. Bunlar hep tesadüf tabii. Yoksa birileri Beşiktaş kulübünü borç batağında gösterip, Reza ZARRAP’a razı etmeye mi çalışıyor?

Tüm bu olaylar yaşanırken, kulüp başkanı resmi açıklamayı daha bugün yapıyor ve “Reza ZARRAP’ın Beşiktaş’a kongre üyesi olmasında bir sakınca görmediğini, bu değirmenin suyu nerden geliyor?” diyerek “para lazım o da loca almış, ne var bunda?” demeye getiriyor.

Fikret ORMAN, Reza ZARRAP’ı tanımıyorsa, biz anlatalım kendisine. Reza ZARRAP, 17-25 Aralık yolsuzluk operasyonunda gözaltına alındı. Hakkındaki iddialar şunlar: Yolsuzluk olayında adı geçen AKP’li eski bakanlara ve oğullarına rüşvet vermek.  Bu rüşvetler sayesinde, Türk vatandaşı olması, trafik uygulamalarının durdurulması, Reza ZARRAP hakkında basında çıkan olumsuz haberlerin durdurulması, rüşvet karşılığı emniyet müdürünü sürdürtmek vb. Rüşvet vermenin dışında kurduğu paravan şirketlerle kara para aklamak, hayali ihracat, yasadışı altın ticareti ve saymakla bitmeyecek bir sürü rezalet. Fikret ORMAN bunların hiçbirinden haberdar değilmiş gibi, bir de bugün yaptığı basın toplantısında alay edercesine soruyor; “Bu Reza ZARRAB suçlu mudur? Bu arkadaş aranıyor mu? Bu arkadaş eroin kaçakçısı mı? Polisler peşinde mi?” Reza ZARRAP’ın nasıl soruşturmadan kurtulduğunu, peşinde olan polislere de ne olduğunu sağır sultan biliyor ama bizim başkan nedense hiçbir şeyden haberdar değil. Herhalde kendisi başka bir ülkede yaşıyor ve Beşiktaş’ı oradan yönetiyor.

Beşiktaş maddi açıdan ilk defa zor günler geçirmiyor. Daha öncede zorluklar yaşamış ama bu zorlukları taraftarının, yöneticisinin, Beşiktaş’ı sevenlerin desteğiyle aşmasını bilmişti. Adı yolsuzlukla, rüşvetle ihaleye fesat karıştırmış birinin parasına muhtaç olacak bir kulüp asla değildir, Beşiktaş. Haksız yere şampiyon olmaktansa şerefli ikinciliğe razı olmuş bir kulüple böyle bir kişinin isminin yan yana anılması bir züldür. Reza ZARRAP Beşiktaş’a kongre üyesi yapılarak, Beşiktaş üzerinden ne dolaplar döndüğünün kokusu er geç ortaya çıkacaktır. Böyle kirli adamların Beşiktaş üzerinden prim yapmaya çalışmalarına, müsaade edilmemeli. Müsaade etmek isteyenlere efsane başkan Süleyman SEBA’nın şu tavrını hatırlatırım;  “Beşiktaş 3. kez üst üste şampiyon olduğunda, o zamanlar futbol üstünden prim yapmaya çalışan Başbakan Özal’ın eşi Semra ÖZAL, şampiyonluk kutlamasını sırça köşklerinden, fildişi kulelerinden birinde düzenlemek istediğini söylediğinde, Süleyman SEBA’nın verdiği cevap bugüne kadar sporun iktidarlara attığı en güzel tokattı: ‘Hanımefendi, Beşiktaş tarihi olarak halkın takımıdır ve her zaman halkın takımı olarak kalacaktır*’”

Evet, Beşiktaş halkın takımıdır ve hep öyle kalacaktır. Ama maalesef artık bunu söyleyecek, yürekli bir başka Süleyman SEBA yok. Her şey zaten “Ahmet DURSUN, Seba gitsin ”tezahüratıyla değişti. Seba gitti, ama onunla birlikte Beşiktaşlılıkla ilgili tüm değerlerde gitti. İş bitirici, ihale kovalayıcı, iktidar sevici yöneticiler türedi. Beşiktaş’ı değil, kendi menfaatlerini sevdiler. Ve 112 yıllık koca kulüp, bugün Reza ZARRAP gibi biriyle anılır oldu.

O eski yöneticiler artık kalmamış olabilir ama Beşiktaş taraftarı tüm değerlerinin arkasındadır. Reza ZARRAP o locada olacaksa, karşısında da Beşiktaş taraftarı olacak. O locada oturamayacak, Beşiktaş’ın şanlı adını kirletemeyecek.

Bugün Beşiktaş’ın efsane futbolcusu, kaptanı Hakkı YETEN’in ölüm yıldönümü, bir kere daha saygıyla anıyor ve tekrar herkese hatırlatıyoruz: Beşiktaş “parası yetenlerin değil, Hakkı Yetenlerin takımıdır.”

*http://www.aliece.com/2013/04/sadece-suleyman-seba/

1 Nisan 2015 Çarşamba

Zulüm Çoksa Adalet Yoksa Direniş Meşrudur ‪#‎bizdesiziseviyoruz


Ethem Sarısülük, Abdullah Cömert,Mehmet Ayvalıtaş,Medeni Yıldırım,Ali İsmail Korkmaz,Ahmet Atakan,Hasan Ferit Gedik ve Berkin Elvan: Gezi direnişi sırasında devlet terörüyle hayattan koparıldılar. Kimisinin katili bir türlü bulunamadı, ortada olan katillere  ise  ödül gibi cezalar verildi ve katillerin  sırtları sıvazlandı. Her daim olduğu gibi devlet katillerine sahip çıktı. Adaletin sağlanması için hiçbir şey yapmadı. Davalar uzak şehirlere taşındı duruşmalarda aileler tehdit edildi. Ethem Sarısülük’ün katili  yedi yıl gibi komik bir ceza alırken, katili  darp ettikleri gerekçesiyle ailesi on yılla yargılanıyor. Devlet adeta ailelerle alay ediyor. Devlet katilleri koruyor ortaya çıkarmıyor bir şekilde deşifre olanlar da mahkemeler eliyle korunuyor.

Berkin Elvan’ın öldürülmesinin üzerinden 653 gün geçmesine karşın  onu öldüren polisler bir türlü bulunup yargı önüne çıkarılmadı ısrarla katilleri korundu. Berkin’in katillerinin açığa çıkarılması için 31 Mart günü DHKPC militanları Berkin Elvan soruşturmasına bakan savcıyı rehin aldılar. Tek talepleri vardı ;Berkin’i vuran polislerin  ismi açıklansın ve polisler halk mahkemesinde yargılansın. Çünkü adında saray geçen adalet saraylarının hiçbirinde adalet yoktur. Zaten adında saray olan bir yerde adalet olması mümkün değildir. Saraylar sömürünün adaletsizliğin zorbalığın olduğu yerlerdir,  o yüzden oralardan adalet çıkmaz, tıpkı ülkemizin koca koca adalet saraylarından çıkmadığı gibi.

Savcıyı rehin alanlar taleplerinin gerçekleşmesi halinde savcıyı serbest bırakacaklarını da belirtiler.  Ben de dahil hiçkimse devletin bunu kabul etmeyeceğinden adımız gibi emindik. Çünkü eylemi gerçekleştiren devrimcilerdi. Tarihimizden biliyoruz ki devlet böyle bir imkanı bulmuşken asla devrimcilerin taleplerini kabul etmeyecek onları yok etmeyi deneyecekti. Hatta kendi savcısına bile acımayacaktı.

Bakmayın şimdi savcı için gözyaşı döktüklerine… Madem devlet savcısına bu kadar düşkündür… Neden Savcı Doğan Öz’ün, katilleri yıllardır bulunup yargılanmamış ve hesabı sorulmamıştır ? Hadi o kadar uzağa gitmeyelim ;17/25 Aralık yolsuzluk operasyonu yapan savcıları nasıl bertaraf ettiklerini nasıl tehdit ettiklerini unuttunuz mu… ya da yolsuzlukları ortaya çıkaran savcıları ,nasıl mesleklerini yapamaz hale getirdiklerini? Şimdi savcı için timsah gözyaşı döküyorlar. İsteseler tek bir damla kan dökülmeden eylem sonlanabilirdi. Ama devlet bunu istemedi. Önce talepleri kabul ediyormuş gibi yapıp, savcı serbest bırakılacakken saldırıp herkesi infaz ettiler. Üç polisi yargıya teslim etmemek için üç insanı katlettiler.  Musul Konsolosluğu baskınında IŞİDcilere gösterilen tahammülün zerresi bu eylemde gösterilmedi. Konsolosluk çalışanlarına karşı bir sürü IŞİDli cani serbest bırakıldı. Oysa dün sadece Berkin’i vuran polisleri açıklasalar şimdi herkes hayatta olacaktı. Baba Sami Elvan’ın sağduyusunun zerresi devlette yoktu. Baba Sami Elvan savcı için canını dişine takarken devlet kendi savcısını bile anında gözden çıkardı.

Şimdi Cephenin örgütsel yapısını, eylem tarzını ya da eylemin zamanlamasını beğenmeyebilirsiniz hatta eylem içeriğini de eleştirebilirsiniz… O size kalmış. Ama ortada bir gerçek var; İnsanlar sadece katillerin açıklanmasını istiyordu ve ölenler de devrimciydi. Unutmayın ki ; Haziran isyanında kaybettiklerimizin ve  isyanda yaralananların hakkının  hukukunun aramasına kesinlikle müsaade edilmiyor.  Devlet, Gezi’nin intikamını almak için elinden geleni yapıyor… İç güvenlik yasasıyla sokağı teslim almak istiyor... Polise verdiği yetkiyle sorgusuz sualsiz infaz yapmasını kolaylaştırıyor…Tıpkı dün olduğu gibi. AKP kendisi ve sarayın ikbali için ülkeyi yangın yerine çevirmekten çekinmeyecek bir fıtrata sahip. Saray merkezli   tek adam rejimi için her yol deneniyor.

 AKP iktidarı her yanıyla dökülmektedir… Bir yönetememe  kriziyle karşı karşıyadır … Her alanda zayıflamakta  ve gerilemektedir… Geriledikçe şiddetin ve baskınının dozunu arttırmakta… Zulüm ve adaletsizlik kol gezmektedir. Zulüm   çoksa,  adalet  de  yoksa…. O  zaman direniş meşrudur.

30 Mart 2015 Pazartesi

CHP ÖN SEÇİMLER VE CHP’DEN “UMUDUNU” KESEMEYEN SOLCULAR


Cumhuriyet Halk Partisi ön seçim sürecini tamamladı. CHP’nin milletvekillerini belirlemek için ön seçim yapması belki de son yıllardaki en önemli politik hamlesi oldu. CHP’nin seçimlerde ne vaat edeceği ve ne söyleyeceğinden çok, başarısını belirleyecek şey bu ön seçimler olacaktır. CHP’nin özellikle AKP’nin geriletilmesi konusunda tüm solu ve toplumsal muhalefeti kapsayacak geniş tabanlı bir seçim işbirliğinden uzak durması, sağcı adaylar göstererek, sağdan oy alacağı “umudundan” vazgeçmemesi, bir kısım yerlerde ön seçim yapmaması, Kemal DERVİŞ gibi isimleri aday göstermek istemesi gibi olumsuzluklar mevcutsa da ön seçim gibi demokratik bir mekanizmayı işletmesi, CHP’nin hanesine artı olarak yazılacaktır. Özellikle Kemal KILIÇDAROĞLU’nun ön seçime giriyor olmasını da unutmamak lazım.  Hele ki şu günlerde Kaç-Ak saray merkezli, bir tek adam kültünün iyice yerleşmeye başladığı siyaset ortamında, KILIÇDAROĞLU ön seçime girerek, doğru bir tutum belirledi. Umarım ön seçim süreci gibi demokratik süreçler, CHP’nin tüm genlerine işlesin. Özellikle 90’lı yıllarla birlikte Deniz BAYKAL’ında büyük katkısıyla uzaklaştığı sosyal demokrat kimliğine geri dönebilsin.  

CHP’nin ön seçim yapması tabanına da bir hareketlilik kazandıracaktır. Malum herkes CHP örgütlerinin çalışmadığından bahseder. Örgütlerin çalışmamasının belki de en önemli nedenlerinden biri, aday belirleme süreçleri olmuştur. Bu süreçler hem milletvekilliğinde hem de yerel seçimlerde hep aynı şekilde işletilmiştir. Tabanın ne dediği, ne istediği dikkate alınmamış, genel başkanların istediği kişiler aday yapılarak, taban ve örgüt arasındaki mesafe sürekli açılmıştır. Bunun sonucunda seçimler süresince hantal, çalışmayan bir örgüt yapısı ortaya çıkmıştır. İşte ön seçim yapılması, en başta bu görüntüyü ortadan kaldıracaktır. Artık kimsenin bir bahanesi kalmayacak.

CHP’nin ön seçim yaptığı ve sonucu merak edilen illerden biri de Antalya idi. Sonuçlar epey şaşırtıcı oldu.  Dr. Niyazi Nefi KARA oyları sildi süpürdü ve birinci oldu. Kendini ikinci “kurucu” genel başkan olarak kabul eden Deniz BAYKAL ise, ikinci olabildi. Özellikle Muratpaşa, Konyaaltı, Döşemealtı ve Kepez gibi ilçelerde Deniz BAYKAL ancak dördüncü olabildi. Muratpaşa’da sandıklar ilk açıldığında ise, Baykal ancak 8. Sırada kendine yer bulabilmişti. Baykal’ı özellikle doğu ve batı illerinden gelen oylar kurtardı. O oylarda birinci çıkmasına yetmedi. Baykal ikinci olabilse de kendisine yakın Yıldıray SAPAN ve Gürkut ACAR gibi isimler listeye giremedi.

Onlar listeye giremediği gibi, Baykal’ın arasının limoni olduğu Antalya Büyükşehir Belediyesi eski başkanı Mustafa AKAYDIN ve bir önceki İl başkanı Devrim KÖK, Baykal’ın hemen ardından 3.ve 4. Sıradan seçildiler. Özellikle merkez ilçelerde her iki isim, Baykal’dan daha çok oy aldılar. Yerel seçim sürecinde Baykal ve ona yakın isimlerin pasif bir tutum içinde olduğu çokça söylendi. Bu tutum özellikle seçimin kaybedilmesinde de büyük bir faktördü.  Akaydın’ın aldığı oylar gösteriyor ki, özellikle merkezde, CHP tabanı hocaya sahip çıkmış.

Ön seçimde CHP tabanı, kadınlara hiç şans tanımamış. Seçilme şansı olan bir kadın aday dışında, sıralamaya girenlerin çok şansı yok gibi.

Ön seçimin sonuçlarının ilginç bir noktası sosyalist olduklarını söyleyip, sol söylem kullanan adayların hüsran yaşamış olması. Seçilebilecek yerden listeye giren bir tane bile “sosyalist” aday göremedim. Antalya’da CHP tabanı sosyalistlere şans tanımamış demek ki. CHP Antalya için kontenjan adayı olarak da ATSO başkanı Çetin Osman  BUDAK’ı aday gösterdi. CHP Antalya’da hayli ulusalcı bir listeyle seçime girecek. Ne yapalım CHP’den umudunu kesemeyen solcularımıza hayırlı olsun. 

     

4 Mart 2015 Çarşamba

IŞIK DEĞİL, ATEŞ SAÇAN ÜNİVERSİTE


Akdeniz Üniversitesi’nin sloganı malum “ışık saçan, toplumu aydınlatan bir dünya üniversitesi”. Ancak üniversite bu ara ışık saçmıyor, ateş saçıyor. Bu ateş, ateşli silahlardan kaynaklanıyor. Akdeniz Üniversitesi’nde çekilen, önce sosyal medyada yayılan sonra da basına yansıyan fotoğrafta, belinde silah olan bir öğrenci rahatlıkla yerleşke içinde dolaşabiliyor. Bu silah olayı üniversitedeki ne ilk ne de son olay.  Daha öncede benzer bir olay yaşanmış, en son iki ay önce stant açan öğrencilere faşist bir grup bıçaklarla saldırmıştı. Şans eseri can kaybı yaşanmadı.

Son günlerde üniversitelerde faşist saldırıların arttığını görüyoruz. Bu saldırılar tesadüfi ve spontane saldırılar değil. İç güvenlik yasasıyla sokağı bastırmayı amaçlayan AKP, bu tarz saldırılarla da üniversite muhalefetini yıldırma çabası içinde. Bu iş için de ülkücü faşist çeteleri sokağa salmış durumda. Sokağı teslim alamayacakları gibi, üniversiteleri de teslim alamayacaklar.

Önce Ege Üniversitesi’nde ellerinde satır ve sopalarla, stant açan solcu öğrencilere saldırıyorlar. Saldıran kendileri olmalarına rağmen, bir arkadaşları hayatını kaybediyor.  Bu olayın ardından diğer üniversitelerde de saldırıya geçiyorlar. En son yine Ankara Üniversitesi Dil, Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde solculara saldırıyorlar, öğrencilerin üzerine ateş açıyorlar.

Devrimci öğrenciler bir tane bildiriyi bile içeri sokamazken, onlar satırlarla, bıçaklarla ve tabancalarla yerleşkelerin içinde cirit atıyorlar. Nedense hiçbiri ceza almıyor. Akdeniz Üniversitesi’nde yolsuzluklardan dolayı rektörü protesto eden yüzlerce öğrenciye soruşturma açılırken, öğrencilere satır ve bıçakla saldıranlara dokunulmuyor.

En son belinde silahla görüntülenen öğrenci hakkında bir işlem yapılmadığı gibi, bir açıklama yapma gereği bile duyulmuyor.

Rektörlük yerine açıklamayı nedense Öğrenci Konseyi yapıyor. Konsey, fotoğrafın montaj olduğunu anında anlayıvermiş.

En büyük icraatı ülkücü Ahmet ŞAFAK’la söyleşi yapmak olan konseyin, bu silahlı faşiste ve saldırılara karşı tavır alması elbette beklenemez.

Üniversiteler içinde satırla, bıçakla ve silahla gezenlerin bu pervasızlığı rektörlükler ve polisle olan işbirliklerinden kaynaklanıyor.

Her saldırıyı “karşıt görüşlüler çatıştı” diye veren medyaya bir kere daha hatırlatmak lazım, üniversitelerde karşıt görüşlülerin, sağcıların solcuların çatışması yok, faşist saldırılar var. Artık bunu bir anlayın.

Bu faşist saldırılara karşı can güvenliğini ve eğitim hakkını savunmak meşrudur. Üniversiteler faşist çetelerin eline bırakılamaz.

Akdeniz Üniversitesi’nde adı yolsuzluklara bulaşmış rektör, artık öğrencilerin can güvenliğini de sağlayamamaktadır. Bundan sonra Akdeniz Üniversitesi’nde yaşanacak en ufak bir olaydan, bu silahlı çetelere göz yuman üniversite yönetimi sorumludur.