1 Haziran 2023 Perşembe

DOĞRU TEDAVİ İÇİN DOĞRU TEŞHİS GEREKİR.


Seçimler bir kere daha AKP’nin galibiyetiyle sonuçlandı. Haliyle muhalefet bloğunda büyük bir üzüntü ve hayal kırıklığı yaşanıyor. Herkes kendine "neden böyle oldu?" diye soruyor. Gerçekten neden böyle oldu? Bu kadar elverişli şartlar varken neden seçim kazanılamadı?


Tabi ilk cevap haliyle aday üzerine oluyor. Oysa adaydan çok adayın ve muhalefetin neyi yapıp yapmadığına odaklanılırsa "neden böyle oldu?" sorusuna doğru cevap bulabiliriz. Öncelikle doğru tedavi için doğru teşhisi koymalıyız. Bu nedenle önce kendimizi AKP kazanmadı yalanından bir kurtaralım. Evet, AKP kazandı ama nasıl kazandı, onun kazanmasına neler yol açtı ona bakalım.

1. AKP’nin bunca krize ve olaya rağmen kazanmasının baş nedeni özellikle meclis muhalefetinin uyguladığı toplumu sokaktan uzak tutma ve sandığa mahkum etme stratejisidir. Bu strateji maalesef Gezi İsyanının ardından sistematik şekilde yürütülmektedir. "Aman sokağa çıkmayın AKP’ye yarar, aman buna itiraz etmeyin AKP mağduru oynar" gibi akla ziyan stratejiler toplumu sandığı bekleyen muhalefet olmayı sadece beş yılda bir oy vermek sanan insan yığınlarına çevirmiştir. Anayasaya göre aday olmaması gereken Erdoğan’a sırf mağduru oynamasın diye göz yumuldu. SOL Parti, TİP ve bir miktarda İYİP dışında itiraz eden olmadı. Öncesinde "AKP’ye koz vermeyelim" diye dokunulmazlık oylamasında Anayasaya aykırı ama evet diyeceğiz dendi. Topluma sürekli “diktatörü sandıkta göndereceğiz" diye yalan umutlar pompalandı. 

Benim gibi 40 yaş kuşağı çok iyi hatırlayacaktır. AKP’nin ilk iktidar olduğu 2002 seçimleri öncesi yükselen toplumsal muhalefet, işçi, esnaf ve memur eylemleri öğrenci hareketleri DSP-MHP-ANAP iktidarını gerileten asıl unsurlardı. AKP’nin ileri demokrasi maskesini söküp atan onun gerçek otoriter yüzünü ortaya çıkaran da Gezi İsyanı olmuştu. Demek ki sokak sandıktan daha güçlü bir muhalefet aracı. Eğer bu aracı doğru kullanırsanız sürekli sağa dönmek zorunda kalmazsınız, toplum kendi yüzünü sola çevirir.

2. Diğer önemli bir yanlış AKP’yi sıradan bir parti sanmak. Özellikle yaşanan pandemi, ekonomik kriz ve depremin ardından AKP’nin DSP gibi bir anda çözüleceği sanılıyordu. Oysa AKP 21 yıldır iktidarda kendisi devlet olmuş bir parti. Seçimi kaybetseydi bile çok ufak bir farkla kaybedecekti. Muhtemelen 2019 İstanbul seçimleri gibi bir sonuç olacaktı. Öyle bile olsa AKP devlet içinde kadrolaşması, bürokrasi aygıtı içindeki örgütlenmesiyle mevcut iktidara büyük bir direnç gösterecekti. Herkes "nasıl oluyor da AKP anketlerde yüzde 40’dan aşağı düşmüyor" diye soruyordu. Aslında bu bir bilinmezlik değildi. AKP sosyal yardım ağıyla yoksulluğu yönetiyor ve yoksulları kendine mecbur bırakıyordu. Bugün 15 Milyon kişi sosyal yardım alıyor. Bu rakamın içinde büyük bir bölüm de hiçbir üretim ilişkisi içinde değil ve sadece sosyal yardımla geçiniyor. Bugün sadece bu kitlenin AKP’ye oy vermesi bile yeter. Ayrıca AKP son bir yıldır Sosyal Hizmetler İl Müdürlükleri eliyle yardım verdiği tüm aileleri birebir dolaşıyor. Sosyal Hizmetler İl Müdürlüğü birçok ilde AKP İl Başkanlıklarına bağlı desek yanılmış olmayız.

3. Ekonomik krizi doğru tahlil edememek. Türkiye ciddi bir ekonomik kriz yaşıyor bu bir gerçek. Ama kriz tüm ülke sathına yayılmış bir kriz değil. Ekonomik kriz daha çok büyükşehirlerde yaşayan insanlarımızı etkiliyor. Antalya’da küçücük bir eve 10 bin lira kira ödeyen bir yurttaşla Yozgat’ta 2 bin lira kira veren yurttaş aynı krizi yaşamıyor. Yukarıda değindiğimiz sosyal yardım mekanizmaları ve başka etmenlerle büyükşehir dışında kalan alanlar krizi nispeten daha hafif yaşıyor. Haliyle de iktidardan tam anlamıyla ümidini kesmiyor. Buna rağmen kriz seçime etki etmemiş değil, etki etti. Krizi en çok yaşayan metropol illerde AKP ciddi oy kaybetti ve birinci parti olamadı.

4. Twitter aldatmacası. Muhalefet toplumu sokaktan çekerek adeta sosyal medyaya mahkum etti. Sokakta hak arayamayan yurttaş sesini ancak twitterdan duyurur hale geldi. Ancak bu da bir yanılsamaydı. Bugün sosyal medya etkin bir güç olsa da toplumun büyük bir çoğunluğu halen geleneksel olarak televizyon izleyicisi. Toplumun yüzde 15’ine tekabül eden bir kitle twitter kullanıyor. Ancak muhalefet bütün bir toplum twitter kullanıyormuş gibi hareket ediyor. Diyeceksiniz ki televizyonlar tamamen iktidarın kontrolünde. Evet doğru. Ama sosyal medyada sadece twitterdan ibaret değil. Maalesef muhalefet twitter dışındaki hiçbir sosyal medya platformunda da güçlü değil. Haliyle twitterda anlattığınız twitterda kalıyor hatta çoğu zaman AKP’li troller tarafından boğulduğu için anlatmak istediğiniz kendi kitlenize bile geçmiyor. Hal böyle olunca AKP yalanla ve montaj videolarla halkı bir güzel manipüle edebiliyor. O nedenle aday Kılıçdaroğlu değil de başkası olsaydı da aynı şeyler yapılacaktı. Kılıçdaroğlu gibi akçeli işleri olmayan birine bunu yapanların diğer aday olacaklara neler yapacağını varın siz düşünün.


Daha birçok gerekçe ve şey yazılabilir ve yazılacak. Uzun süre daha tartışılacaktır. Ama bu seçimin en büyük dersi toplumu siyasallaştırmadan, siyaseti toplusallaştırmadan başarılı olunamayacağıdır. Bundan da ders alınmazsa beş yıl sonra karşımızda bir sandık bile göremeyebiliriz. Artık halkı kandırmayı bıraksınlar. Seçimle gönderilmiş bir “diktatör” dünya üzerinde yoktur. Halen süren ekonomik krizin Erdoğan’ın ayağına dolanacağı ve erken seçime gidileceği konuşuluyor. Ya krizden çıkarsa ne yapacaksınız? Halen yanlış kurtarıcılara bel bağlanıyor. Artık hatalarımızdan ders çıkaralım ve yolumuza öyle devam edelim. 


Sosyalistler olarak toplumun nefes alması, önüne yeni bir yol açılması için hiçbir şey beklemeden büyük bir fedakarlıklar yaptık. Ancak son kertede bizde bu yenilgiye ortağız.

Şimdi bize düşen yılgınlığın teorisini yapmak değil, toplumun üzerine çöken bu karanlığı ve yılgınlığı dağıtacak, halka gerçek kurtuluşun düzen muhalefetinde değil bizlerde olduğunu gösterecek yeni bir yol açma zamanı.

16 Nisan 2022 Cumartesi

Mülteci Göçünün Sebebi Savaş ve Yıkım Politikalarıdır

 

Ülke gündemi günlerdir düzensiz göç ile Türkiye’ye girmiş olan Afgan ve Pakistanlı erkeklerin kadınlara yönelik taciz videolarını tartışıyor. Kadınlar için adeta cehenneme dönmüş olan ülkemizde bu videolar haliyle infial yarattı. Geriye bıraktığımız 2021 yılında her gün bir kadının öldürüldüğü, 700’ün üzerinde kadının şiddete uğradığı ülkemizde, İstanbul Sözleşmesi’nin de kaldırılmasıyla kadınlar zaten tedirginlik içinde yaşıyor. Bu görüntüler bu tedirginliği daha fazla artırıyor. Milliyeti ne olursa olsun kadınlara yönelik bu tarz taciz videolarının çekilmesi kabul edilemez.

Bu videolarla beraber mülteci meselesi ülkemizin yine ana sorunu oldu. Bu konu öyle genel geçer sözlerle geçiştirilecek bir durum değil. Öncelikle bu sorunun ana kaynağını doğru tespit etmemiz gerekir.

Ülkemizde yaşanan mülteci sorununun ana sorumlusu, mültecilerin geldiği ülkeleri savaş ve yıkım politikalarıyla yerle bir eden ABD ve onun müttefikleridir. Irak’tan Suriye’ye, Afganistan’dan Libya’ya kadar bütün bölge savaşlarla yaşanmaz hale getirildi. Milyonlarca insan yerinden yurdundan edildi. Binlerce insan öldü, milyonlarca insan ülkelerini terk etmek zorunda kaldı.

Bu sorunun diğer bir sorumlusu ise bu savaş politikalarını destekleyen ve sınırsız destek veren Neo-Osmanlı hayalleri kuran AKP iktidarıdır. Hatırlayalım Ahmet Davutoğlu’nun Dışişleri Bakanı olduğu dönemde “Suriye’den gelen mülteci sayısı yüzbinleri bulursa, BM tampon bölgeye müsaade eder” savıyla sınırlar hiçbir hazırlık ve plan olmadan açıldı. BM’den böyle bir karar da asla çıkmadı. Ardından ülkemizin sınırları adeta cihatçı otobanına döndü. Suriye’de ve Libya’da süren savaşlara her türlü cihatçı ülkemizden taşındı. IŞİD üyeleri kontrolsüz sınırlardan rahatça geçip ülkemizde katliamlara imza attı.

Diğer bir sorumlu AB ve onun AKP iktidarı ile yaptığı geri kabul antlaşmasıdır. Bu antlaşmayla ülkemiz adeta mülteci deposu haline getirilmiştir. Ülkemize gelenlerin ana hedefi, AB ülkelerine gitmek. Türkiye aslında mülteciler ile AB ülkeleri arasında bir köprü ülke durumundaydı. Ama geri kabul antlaşmasıyla mülteci hapishanesine dönüştü. Para karşılığında, AB bu antlaşma ile ülkemizi mülteciler için hapishaneye, AKP’yi de bu hapishanenin gardiyanına çevirmiştir.

Başka bir sorumlu ise sermaye sınıfı ve patronlardır. Ülkemizdeki mülteciler ucuz iş gücü olarak kullanılmakta, her türlü güvenceden yoksun şekilde çalıştırılmaktadır. Bu durum patronlar tarafından övünülecek bir durum gibi anlatılmaktadır.

Ülkemizdeki mülteci konusunu tartışırken yukarıda bahsettiğimiz sebeplere bakmazsak varacağımız yer ırkçılık batağı olur. Mülteciler konusunu çözmek istiyorsak, öncelikle yapılması gereken bölgemizdeki savaş politikalarına son vermektir. Bölgede barışı tesis edecek politikalar geliştirilmelidir.

AB ile imzalanan ve bir utanç belgesi olan geri kabul antlaşması derhal iptal edilmelidir. Mültecilerin başta AB ülkeleri olmak üzere üçüncü ülkelere güvenli geçişi sağlanmalıdır.  AB yıkımına katkı yaptığı ülkelerden gelen insanların yükünü de çekmek zorundadır. Parayı veririm gerisine karışmam gibi bir politika kabul edilemez.

Ülkemizde vatandaşlık almış burada doğmuş büyümüş insanların ülkemize uyum sağlaması için gerçekçi bir program hızla hayata geçirilmelidir. İş gücünde bulunan insanlar için güvenceli iş ortamı sağlanmalıdır.

Bunlar yapılmadığı takdirde ülkemizdeki gerilim tırmanmaya devam edecektir. Türkiye büyük bir ekonomik krizin pençesindedir. AKP her türlü demokratik zemini tıkadığı için, krizle birlikte toplum derin bir sıkışmışlık yaşıyor. Ekonomik krizin getirdiği bu sıkışmışlık, rahatlıkla mülteci nefretine yönlendirilecek durumdadır. Bu durum hem iktidarın hem de mülteci karşıtlığını kışkırtan ırkçı partilerin işine gelmektedir. Türkiye gibi 6-7 Eylül’ü, Maraş, Gazi, Sivas katliamlarını yaşamış bir ülkede bu kışkırtmaların nereye varacağı bellidir. Bu nedenle mülteciler konusu Ümit Özdağ gibilere bırakılmayacak kadar önemli bir konudur. Genel geçer laflarla değil, gerçekçi bir program ve taleplerle halka doğru anlatılmalıdır.

26 Haziran 2021 Cumartesi

ARKEOLOJİYİ SAVUNACAĞIZ

 

Yeni Şafak Gazetesi yazarı Yusuf KAPLAN gazetedeki köşesinde Arkeolojiyi ve Arkeolojik kazıları hedef alan bir yazı kaleme aldı. Yusuf Kaplan’ın “Arkeolojik emperyalizm,  bu topraklardan İslâm’ın izlerini siliyor ama biz uyuyoruz yine!*” başlıklı yazısı bir gericinin hezeyanları olarak değerlendirilerek geçilebilecek bir yazı değil. Bu zihin dünyası bugün iktidarda ve tüm bu toplumu her alanda esir almak istiyor. Arkeolojide bundan muaf değil maalesef.

Arkeolog Halid Esad 18 Ağustos 2015'te Palmira Antik Kentinde IŞİD tarafından katledildi

Yusuf Kaplan yazısına “Arkeoloji; sona ermiş, bitmiş bir tarihin korunması bilimi olarak kabul edilir. Tam anlamıyla hurafedir bu! Üstelik de en masumane gözüken çağdaş hurafelerden biri!

Arkeoloji, savaşmadan tarih yapmanın en kestirme yoludur. Tarihi çarpıtmanın ve yeniden yazmanın... Başkalarına tarih dayatmanın... Dahası, senin atalarının yaşamadığı bu imal edilmiş tarihi, dünyaya satmalarının...” gibi bilimsellikle uzaktan yakından ilgisi olmayan bir arkeoloji tanımı yapıyor.

Öncelikle kendisine arkeolojinin ne olduğunu hatırlatarak başlayalım. Arkeoloji kelime manasıyla eskinin bilimidir. Eski medeniyetleri maddi kalıntılar yolu ile inceleyen bir bilimdir. Eski çağlardan günümüze kalmış her çeşit eserin incelenmesi arkeolojinin alanına girer. Somut kalıntılardan dolayı arkeoloji geçmişteki insan emeği olarak da tarif edilir. Tarih ile devamlı işbirliği halindedir. Jeoloji, Antropoloji, Filoloji, Sanat Tarihi gibi birçok bilimden de faydalanır**.

Bu arada belirtmeden geçmeyelim; Türk Dünyası ve Ortaçağ Arkeolojisi ya da Türk-İslâm Arkeolojisi gibi ana bilim dalları da ülkemizde eğitimlerine devam ediyor. Yani böylesi bir köşe yazısını kaleme alma yeteneği olan bir yazardan bu küçük nüansları bilmesini de beklerdim. Sözüm ona karşısında durduğu kavramın ne olduğunu bilmesi için.

Arkeolojiyi, geçmiş zaman ölçeğiyle ve somut kalıntılara dayanarak, uygarlığın gelişim sürecini geleceğe katkıda bulunmak amacıyla anlamaya ve yorumlamaya çalışan bilim dalı olarak da tanımlayabiliriz.

“Binlerce yıldır bir imbikten süzülürcesine doğanın ve onun bir parçası olan insanın ellerinden çıkan materyal kültür kalıntıları aracılığıyla nereden nereye geldik ve nereye gidiyoruz?” Sorularının cevaplarını arayan, bir nevi gelecek mühendisliği çalışmaları olarak yapılan arkeolojik çalışmalar ve yayınların batı merkezci bir eksende kalıp toplumumuzun kullanımına sunulamamasının başat faktörleri arasında kavram karmaşasını hayatının her alanında yaşamakta olan bu zihniyetin temsilcileri bulunmaktadır. Geçmeyen, geçmiş olarak da adlandırılabilecek olan geleneklerden tutun da salgın hastalıkların reçetelerine kadar hemen her şey aslında arkeolojik, numismatik, epigrafik kaynaklar ve sözel bellek aracılığıyla günümüze ulaştı. 

Arkeolojinin amacı sadece geçmişe ait bir şeyler bulmak değil, geçmişi anlamak ve ortaya çıkan bilgiyi günümüzde yaşayan insanların kimliklerini zenginleştirecek, onların uygarlık süreci içinde yerlerini anlamalarına, bunun önemini hissetmelerine yardımcı olacak şekilde kullanmak ve bu birikimi gelecek kuşaklara aktarmaktır. Kısaca arkeolojiyi bir zaman laboratuvarı olarak da tanımlayabiliriz***

Biraz uzun bir tanım oldu ancak arkeolojinin ne olduğunun iyi kavranması Yusuf KAPLAN gibi gericilerin safsatalarına cevap olması açısından önemli. Devam edelim.

Yusuf KAPLAN yazısında arkeoloji eliyle Anadolu’nun “İslami köklerinden“ koparılmak istendiğini, yapılan kazılarla “İslam’ın izinin silinmek” istediğini iddia ediyor. Bütün bir yazı bunu temellendirmek için yazılmış. Arkeolojinin öyle bir niyeti olsa yeryüzünde tek tanrılı bir din zaten kalmaz. Arkeoloji kimsenin diniyle uğraşmaz, herhangi bir dinin izlerini tarihten silmek için uğraşmaz.

Yusuf KAPLAN arkeolojinin tanımını bilmediği gibi ülkemizde arkeolojinin gelişim sürecinden de bihaber. Ülkemizde arkeoloji, Yusuf KAPLAN ve diğer İslamcıların torunu olduklarını iddia ettikleri Osmanlı Döneminde gelişmeye başlamıştır. Osman Hamdi Bey sayesinde Arkeoloji 19. Yüzyılın ortalarında sağlam temellere oturmaya başlamıştır. Osman Hamdi Bey’in açtığı yoldan genç Türkiye Cumhuriyeti’ de ilerlemiş ve 1932’den itibaren bilimsel temelli arkeolojik çalışmalar Ankara ve Çorum illerinde gerçekleştirilmeye başlanmıştır.

Yusuf KAPLAN gibilerin arkeoloji ile derdi boşuna değildir. Onlar bu coğrafyanın tarihini ve geçmişini yok saymak istemektedirler. Arkeoloji bu topraklardan İslam’ın izini silmek istemiyor ama Yusuf KAPLAN ve onun IŞİD zihniyeti insanlığın geçmişten günümüze ürettiği tüm güzellikleri yok etmek istiyor. Başta ülkemiz olmak üzere, tüm dünyayı çoraklaştırmak istiyorlar. Onların tarih anlayışı 1071 ve 1299 ile sınırlıdır. Onun dışındakileri hep yok saymak istiyorlar.   

Ülkemizde son dönemde kültürel mirasımıza yönelik fiili saldırılar da müzelerin içinin boşaltılması da bu zihniyetin bir tezahürüdür. Definecilerin, Taliban’ın, IŞİD’in balyozla, dinamitle, bomba ile yaptığı yıkıntıyı Yusuf KAPLAN da kalemiyle yapmaktadır.

Arkeoloji, eskinin bilimidir. Geçmiş yaşanmıştır, değiştiremeyiz ama gelecek bizim ellerimizde.  Yusuf KAPLAN ve onun zihniyetine karşı kültürel mirasımızı ve arkeolojiyi sonuna kadar savunacağız. O ise Batı’nın atmaya çalıştığı en belirgin kazıklardan birinin cümle kisvesine büründürülmüş hali olan “Who am i?” sorusunu düdük talimi yaparcasına cevaplandırmaya, düz dünyayı anlamaya çalışsın, ne diyelim…

*https://www.yenisafak.com/yazarlar/yusuf-kaplan/arkeolojik-emperyalizm-bu-topraklardan-islmin-izlerini-siliyor-ama-biz-uyuyoruz-yine-2058864

** Saltuk, (1993) “Arkeoloji Sözlüğü” İnkılap Yayınları, İstanbul, s. 29.

*** Özdoğan (2006) “Arkeolojinin politikası ve Politik Bir Araç Olarak Arkeoloji”, Arkeoloji ve Sanat Yayınları, İstanbul, s. 43.

 

 

1 Nisan 2021 Perşembe

GÜVENLİK SORUŞTURMASI – MECLİSİN İŞLEVSİZLİĞİ VE SOKAĞIN GÜCÜ

AKP iktidarının “benden olmayan kamu çalışanı olmasın” diyerek kullandığı ve Anayasa Mahkemesi tarafından durdurulan “Güvenlik Soruşturması” uygulaması, AKP tarafından yeniden yasallaştırılmak isteniyordu. Bu nedenle 31 Mart 2021 günü TBMM’ye yeni bir yasa teklifi sundular ve sunulan teklif muhalefetin oylarıyla reddedildi. TBMM iç tüzüğü gereği, reddedilen bir teklif bir yıl içinde tekrar meclise sunulamıyordu. Ancak AKP en iyi bildiği işi yaparak, yani yasa ve kanun tanımaz tutumunu sürdürerek, TBMM Başkanının da devreye girmesiyle yasayı yeniden meclise sundu. Ve yasa 01 Nisan 2021 günü kabul edildi. Haliyle muhalefet duruma tepki gösterdi. Yasayı yeniden Anayasa Mahkemesi’ne taşıyacaklarını ifade ettiler.

İşte muhalefetin büyük açmazı da burada başlıyor. Muhalefet, AKP’ye karşı bütün mücadele yöntemini “mecliste konuşmaya, bakanlara soru sormaya, mahkeme kapılarına gitmeye ve seçimde hesap sormaya yani seçimi beklemeye” sınırlamış durumdadır. Sokağa çıkıp tepki göstermeyi, AKP’nin işine yarar diye öcüleştirmektedir.

AKP kayyum rektör atıyor muhalefet mahkemeye gidiyor; İstanbul Sözleşmesi bir gecede feshediliyor muhalefet mahkemeye gidiyor; AKP mecliste darbe yapıyor muhalefet yine mahkemeye gidiyor.

Muhalefet, sanki normal bir demokrasi varmış, TBMM’nin bir işlevi varmış, anayasa ya da hukuk varmış gibi hareket ediyor. Oysa bunların hiçbiri yok ve bunların olmadığı yerde mücadele sadece mecliste ve mahkeme kapılarında sürdürülemez. Sokağın gücünü arkanıza almadan bu gidişi durduramazsınız. Haklı olmanız yetmez, güçlü de olmanız gerekiyor. Bu güçte mecliste ya da mahkeme kapılarında değil sokaktan geçiyor.

Siz yasa geçmesin diye mecliste mücadele ederken, on binlerde sokakta olursa o zaman güçlü olursunuz. TBMM’de 1 Mart 2003 Irak tezkeresini durduran güç, Ankara sokaklarını dolduran yüzbinlerin gücüydü. Bu gücü “aman tadımız kaçmasın”, “aman AKP’nin işine yarar” diye öcüleştirirseniz, AKP’nin istediği min
derde güreşmeye devam edersiniz ve AKP’de minderde sizi yerden yere vurmaya devam eder.

AKP’nin yarattığı bu zorbalığı, bu karanlığı ancak halkın örgütlü gücüyle yenebiliriz. 

18 Kasım 2020 Çarşamba

CHP’NİN SEFALETİ

 

Bu başlığı yazarken epey bir düşündüm, “acaba biraz ağır mı oluyor?” diye. Sonra durumu açıklayacak, başka bir ifade bulamadım.

Organize suç örgütü lideri Alaattin Çakıcı çıkıyor, sosyal medya üzerinden Cumhuriyet’in Kurucu, on bir milyon oy almış partinin genel başkanını “köpeklik yapmakla” suçluyor, hakaret ediyor, yetmiyor “kazığa oturtmakla” tehdit etme cüretini gösteriyor.

Böyle bir durumda CHP’nin ne yapmasını beklersiniz. Genel Başkanı’na, onun şahsında hedef olan partilerine sahip çıkmasını, bu hakaretleri edene, hakaret etme cesareti verenlere karşı güçlü bir tepki vermesin, il örgütlerinin sokağa çıkmasını, “biz buradayız” demesini, tehdit edenin ettiğini yanına bırakmamasını…

Ama yapılan ne? Tehdidin üzerinden saatler geçtikten sonra Meclis kürsüsünden cılız bir kınama, anlamsız bir sosyal medya videosu o kadar… Ne üyesine, ne kendisine sempati duyan kitlelere güven vermeyen, günü kurtarmaya yönelik açıklamalar…

CHP’nin uzun süredir yürüttüğü, sağdan oy almak üzerine kurulu olan ve partiyi giderek sağa yaslayan siyasetin geldiği nokta burası. Sokağı öcüleştirmek, verilecek her haklı tepkiyi iktidarın işine yarar zannetmek, aman bize şucu bucu demesinler diye siyaset yapmamak, AKP’yi seçimle gidebilecek merkez bir parti zannetmek, tüm muhalefeti sandıkla sınırlandırmak…

CHP öyle bir hale gelmiş durumda ki kendi il başkanını katleden bir faşist ittifak ortağının Nevşehir il başkanı oluyor, ona bile itiraz etmiyor, edemiyor.

Partisi uğruna canını vermiş insana sahip çıkmayan, genel başkanına atılan yumruğa, yapılan tehdide, hakarete ses etmeyen, tepki vermeyen bir parti, bir örgüt kimler için umut olabilir? Hiç kimseye…

CHP kendine yönelen her tehdit ve saldırıda geri çekildikçe, iktidar el arttırıp daha fazla üzerine geliyor ve baskının dozunu arttırıyor.  CHP, “bekleyin seçimle gidecekler” diyerek halkı oyalarken, CHP’nin inanılırlığı ve itibarı halk nezdinde tükeniyor. Sağcılaşmanın bedeli ağır olacak.

15 Ağustos 2020 Cumartesi

Her İş Yerine Kreş

 

Bayat Devlet Hastanesi’nde hemşire olarak çalışan Fatma İçuz, Covid-19 nöbeti için görevinin başına giderken, çocuklarını bıraktığı evde çıkan yangın nedeniyle iki çocuğunu kaybetti.

Fatma Hemşirenin çalıştığı kurumda çocuklarını güvenle bırakacağı bir kreş bulunmamaktaydı. O da çocuklarını komşularına emanet etmek zorunda kalmıştı.  

657 sayılı Devlet Memurları Kanun’un 191. Maddesinde “Devlet Memurları için lüzum ve ihtiyaç görülen yerlerde çocuk bakımevi ve sosyal tesisler kurulabilir” denilmektedir. Buna rağmen, pandemi süreci gibi lüzumlu ve ihtiyaç görülen bir dönemde bile, sağlık emekçilerinin bakmakla yükümlü olduğu çocuklarını güvenle emanet edebilecekleri kreşleri açmak, ülkeyi yönetenlerin aklının ucundan bile geçmedi. Çünkü pandemi döneminde iktidarın önceliği, çarkların dönmesiydi. Salgın sürecinde yapılan her uygulama bu adıma göre atıldı. Sermaye sınıfına kaynak aktarılırken, sağlık emekçilerinin çocuklarını güvenle emanet edebilecekleri kreşler açmak, virüsü ailesine ve yakınlarına bulaştırmak istemeyen sağlık emekçilerinin kullanabileceği misafirhaneler kurmak veya sağlık emekçilerinin görevlerine gidip gelmeleri için ulaşım olanakları sağlamaya yönelik kaynak ayırmak aklının ucundan bile geçmedi. Geçmediği gibi sağlık emekçilerine ek ödemeleri bile doğru düzgün yapılmadı.

Salgının başında bol bol sağlık emekçilerini alkışlatan iktidar, salgının başlangıcından buyana geçen beş aylık dönemde sağlık emekçilerini kaderleriyle baş başa bıraktı. Normalleşme diye başlatılan ve salgının adeta yeniden hortlamasına neden olan süreçle birlikte sağlık emekçileri artık tükenmenin eşiğine geldi. Salgının başlangıcından bu yana 53 sağlık emekçisi hayatını kaybetti, buna rağmen Covid -19 iş kazası ve meslek hastalığı olmaktan çıkarıldı.  

Fatma Hemşirenin yaşadığı acının bir daha yaşanmaması için derhal özelde sağlık emekçileri genelde tüm kamu emekçilerinin talebi olan “Her işyerine kreş” açılma talebi derhal yerine getirilmelidir. Tüm kamu kuruluşlarında 7/24 açık, ücretsiz, nitelikli bakım ve eğitim hizmeti sunan kreşler açılmalıdır. Çocuk bakımına kamusal bir çözüm bulunmalı, ebeveyn izni hayata geçirilmelidir.

8 Mayıs 2020 Cuma

AKP'nin Rüşvet Sessizliği ve Omerta Yasası


AKP kurulurken en büyük vaadi 3Y ile mücadeleydi. Neydi bu 3Y; Yasaklar, Yoksulluk ve Yolsuzlukla mücadele.  Bırakın bunlarla mücadeleyi, 18 yıllık AKP iktidarında hepsinde dünyanın lider ülkesi olduk. Yoksulluk arttı, yasaklar desen artık neredeyse nefes almaya bile yasak gelecek, yolsuzluk, rüşvet artık bakanların valililerin katıldığı toplantıların sıradan gündemi olmuş.

Son örneği Serik’te yaşananlar. Antalya’da ve ilçelerinde yapılacak turizm yatırımları için bir toplantı yapılıyor. Toplantıya Dış İşleri Bakanı Mevlüt ÇAVUŞOĞLU, Kültür ve Turizm Bakanı Nuri ERSOY, Antalya Valisi Münir KARALOĞLU, AKP ve MHP’nin Antalya Milletvekilleri ve ilçe belediye başkanları katılıyor.


Rüşvet meselesine devam edeceğiz ancak önce başka bir konuya değinmeden olmaz. Antalya gibi önemli bir kentin geleceğine yönelik bir toplantıya, başta Antalya Büyükşehir Belediye Başkanı olmak üzere, Cumhuriyet Halk Partili ve İYİ Partili belediye başkanları davet edilmiyor. Antalyalıların yarısının iradesi devlet eliyle yok sayılıyor. Antalya’nın geleceğini ilgilendiren konular, Antalyalılardan kaçırılmaya çalışılıyor. Ama kendi ördükleri ipler kendi ayaklarına dolanıyor.

Gelelim rüşvet meselesine;  toplantının bir yerinde gündem günübirlik alanlar meselesine gelince, Kültür ve Turizm Bakanı AKP’li Serik Belediyesini günübirlik alanların işletmecilerinden 500 bin lira rüşvet almakla suçluyor. Mevcut Belediye Başkanı 13 aylık görev süresinde böyle bir şey olmadığını, bunun bir önceki AKP’li Belediye başkanı döneminde yaşandığını söylüyor, Kültür ve Turizm Bakanı da onu onaylıyor. AKP’li Serik Belediye Başkanı bakanı rüşveti bilip susmakla suçluyor ve toplantıyı terk ediyor.  

Bütün bunlar nerede yaşanıyor; iki bakan, bir vali ve AKP ile MHP’li milletvekillerinin gözü önünde. Bu yaşananlardan sonra ne olmasını beklersiniz, normal bir ülkede hemen rüşvet iddialarıyla ilgili soruşturma açılıp, hemen müfettiş görevlendirilmesini. Ama normal bir ülke olmaktan çıkalı çok oldu. Çünkü yolsuzluk AKP’nin normali oldu.

Serik Belediye Başkanı toplantıyı terk etmekle kalmıyor,r sosyal medyadan* da durumu ifşa edip, İçişleri Bakanını göreve davet ediyor. Muhalefete laf sokmak için her gün medya önüne çıkan, sosyal medyadan açıklama yapan İçişleri Bakanından ses seda yok. Sadece ondan mı? Toplantıya katılan Dış İşleri Bakanı, Kültür ve Turizm Bakanı, Antalya Valisi, AKP ve MHP’li milletvekilleri ile belediye başkanları sus pus.

Covid – 19 sürecinde halka yardım yapan CHP’li belediyelerin hesaplarını anında bloke eden, Adana Büyükşehir Belediyesi’nin yaptığı sahra hastanesinin kapısına anında kilit vuran AKP, rüşvet iddiaları konusunda üç maymunu oynuyor. Bu suskunluk hali “Omerta Yasasını” hatırlatıyor. Omerta, mafyanın temel yasasıdır, bir şey görmedim, bir şey duymadım.  Bu yasaya uymazsanız, sonuçları sizin için iyi olmaz. Çünkü yolsuzluk AKP’de tepeden en aşağıya kadar sirayet etmiş durumda ve zincir bir yerden kırılırsa kimse için iyi olmaz. Bunu delmeye çalışan, 17-25 Aralık sürecinde Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan BAYRAKTAR ve son istifa açıklamasıyla İçişleri Bakanı Süleyman SOYLU oldu. İlkinin başına gelenler malum, sonuncusuna ne olacağı ise şimdilik meçhul.

Covid-19 sürecinde iktidar bir maskeyi bile dağıtamazken, salgın bahanesiyle rant çarkını sürdürmeye devam ediyor. İnsanlar salgınla boğuşurken, iktidar İstanbul’da Kanal İstanbul ihalesi yapıyor, Antalya’da Serik’in plajlarını halka kapatmaya çalışıyor, Olimpos Antik Kenti’ni yapılaşmaya açıyor, Burdur’da Salda Gölü’ne dozerlerle dalıyor, Ordu’da Yason Burnu’nda doğa katliamı yapıyor. Korona virüs de AKP için Allah’ın bir lütfuna dönüşmüş durumda.

Ama artık mızrak çuvala sığmıyor, bakalım rüşvete sessiz kalmaya daha ne kadar devam edecekler.  Ya da hangi dış güçlere yıkacaklar.
·         Serik Belediye Başkanı Enver APUYKAN’ın sosyal medyadan yaptığı açıklama https://twitter.com/enveraputkan/status/1257759614193545216