Taksim Gezi Parkı Direnişi, 20. gününü geride bıraktı. 31
Mayıs’ta başlayan direnişle Türkiye artık eski Türkiye olmayacak.
AKP’nin, İstanbul’un orta yerinde insanların soluk alabileceği
tek nokta olan Gezi Parkı’nı “Ben yaptım oldu” anlayışıyla sermayeye peşkeş
çekmek istemesiyle başlayan olaylar, bir halk ayaklanmasına dönüştü. Barışçıl
başlayan gösterilere AKP polisinin vahşi saldırısıyla milyonlar sokağa döküldü.
Halk adeta bir öfke patlaması yaşadı.
Gezi Parkı’nın ranta kurban edilmesini istemeyenler, derelerine
HES yapılmasına karşı çıkanlar, yaşam alanlarına, özgürlüklerine müdahale
edilmesine tepki gösterenler, eğitimin gericileştirilmesine karşı çıkanlar, tek
mezhepçi, inkârcı anlayışı reddedenler kısaca AKP diktatörlüğüne baş kaldıran
herkes sokağa döküldü. AKP’nin özellikle 1 Mayıs’tan sonra, iyice yoğunlaşan ve
artan otoriter anlayışı Gezi Parkı olayıyla büyük bir isyana dönüştü.
AKP her zaman olduğu gibi bu isyanı da biber gazıyla, tazyikli
suyla, plastik mermiyle boğmaya çalıştı. Dört kişi öldürüldü, onlarca insan gaz
bombalarıyla kör edildi ve binlerce insan yaralı. Tüm bu vahşete rağmen, AKP
direnişi boğmayı başaramadı. Çünkü karşısında halk vardı, halk direndi ve
direnmeye devam ediyor. İstanbul, Ankara, İzmir, Adana, Eskişehir, Mersin,
Antalya vd., bütün bir ülke “AKP Diktatörlüğü’ne Dur” demek için ayaklandı. AKP
polisiyle, medyasıyla, tüm gücüyle isyanı bastırmaya, yalanlarıyla
direnişçileri karalamaya uğraştı, uğraşıyor ama başaramıyor. Halk kah çatışarak
kah durarak direnişini sürdürüyor.
Antalya’da direnişin ilk gününden beri direnişe destek veriyor,
omuz veriyor. 31 Mayıs gecesi başlayan eylemler, ilk gün ki yoğunluğunda olmasa
da devam ediyor. Direnişin üzerinden 20 günden fazla bir zaman geçti, direnişin
Antalya ayağı için sağlıklı bir değerlendirme yapma vaktidir.
Antalya direnişe ilk günden beri destek verdi ama haliyle her
yerin olduğu gibi Antalya’nın da farklı dinamikleri var. Direnişin bir
tarafında tüm eksikleri ve zaaflarına rağmen sol partilerin, sendika ve emek
örgütlerinin içinde yer aldığı Antalya Emek ve Demokrasi Güçleri, diğer
taraftaysa direnişi eski statükonun lehine değiştirmeye çalışan ulusalcılar.
Antalya Emek ve Demokrasi Güçleri’nin bu süreçte iyi bir sınav verdiğini
söyleyemeyiz. Burada neden Antalya Emek ve Demokrasi Güçleri diyorum, bu
direnişte tek tek sol yapıları değerlendirmek, olumlamak ve eleştirmenin doğru
olduğunu düşünmüyorum. Tüm Türkiye’de olduğu gibi, Antalya sol kamuoyu da böyle
bir halk hareketine hazırlıklı değildi. Ayrıca bu konuda tecrübeli de değildi.
İstanbul ve Ankara’ya göre, kitlesellik ve hareket kabiliyeti açısından geri
bir noktada olduğumuzu kabul etmek gerekir. O yüzden burada yaşanan tüm
eksikliklerde, hepimizin biraz payı olduğunu düşünüyorum.
Gezi Parkı olaylarının başladığı ilk gün olan 31 Mayıs Cuma
günü, Antalya olarak hızlı bir refleks veremedik, tüm ülke sokağa çıkmışken biz
ancak kitlesel olarak Cumartesi günü sokağa çıkabildik. Aynı akşam birçok
siyasi yapının, gençlik örgütlerinin Cumhuriyet Meydanı’na çıktığını da
unutmayalım. Çıkmasına çıkıldı ama ne yapılacağı konusunda bir fikir birliği
yoktu. Cumartesi günü büyük bir kalabalıkla yıllarca Antalya halkına yasaklanan
Cumhuriyet Meydanı’na girildi. Belki de Antalya için en büyük kazanımlardan
biri, Cumhuriyet Meydan’ının halk tarafından, halka açılmış olmasıdır. Halk
yıllarca devlet tarafından “özelleştirilen ve yasaklanan” meydanı
kamulaştırmıştır ve halka açmıştır. Meydan bir daha halka yasaklanamaz. Bu ili
yönetenlerin buna yeltenmemesi gerekir, olası böyle bir durumda da Antalya
halkı asla meydanından vazgeçmemelidir.
Cumhuriyet Meydanı’nın açılmasıyla direnişin odak noktası burası
oldu. Bunun yanında Lara ve Konyaaltı gibi bölgelerde de halk tepkisini sokağa
çıkarak ve balkonlarından tencere tava çalarak gösterdi. Tabii bir de Çallı
direnişi var. 31 Mayıs gecesi AKP il binasına yürünmesiyle başlayan ve birkaç
gün burada yoğunlaşan çatışmalara değinmeden olmaz. Özellikle burada polisin
kullandığı orantısız güç, fütursuzca kullanılan gaz bombaları sonucu 18 yaşında
bir genç bir gözünü kaybetti ve yüzlerce kişi biber gazından ve polisin
dayağından hastanelik oldu. Çallı’daki direnişin çok koordineli olduğu
söylenemez, kalabalık gruplarca gidilen ama sadece ön saflarda cansiperane
direnen insanlar vardı. Öyle olunca da, buradaki direniş uzun soluklu olmadı,
polisin büyük bir saldırı ve gözaltı dalgasıyla buradaki direniş kırıldı ve
kitle Cumhuriyet Meydanı’na kaydı.
İstanbul’la eş zamanlı olarak, Cumhuriyet Meydanı’nda da direniş
çadırları kuruldu, direnişçilerin taktığı adla “Çapul Kent”. Çadırlar, halktan
yoğun ilgi gördü. Çadırlara yemek getirenlere, destek olmak için para vermek
isteyenlere kadar, büyük bir ilgi vardı. Ama Cumhuriyet Meydanı haliyle farklı
kalabalıklardan oluşuyordu. Direniş çadırının bulunduğu alanda sol yapılar,
bağımsız gençler, taraftar grupları, LGBT yer alırken, meydanın diğer bir
kısmında ulusalcı ve faşist kimi gruplar vardı. Böyle olunca gerilim ve
provokasyon yaratmak isteyenlerde haliyle fazlaydı.
Özellikle direniş çadırının sağlıklı bir şekilde işlemesi için
oluşturulan komite, vaktinin büyük bir kısmını provokasyonları engellemekle
geçirmek zorunda kaldı. Meydana gelenlerle direniş çadırları arasında sağlıklı
bir bağ kurulamadı, planlanan etkinlikler, eylemlilikler yeterince hayata geçirilemedi.
Zamanın büyük çoğunluğu provokasyonların engellenmesine harcandı. Ama en büyük
provokasyonu, başta Büyükşehir Belediyesi’nin yarattığını belirtmek gerekir.
Çadırlar kurulduğu andan itibaren, her on dakikada bir İstiklal Marşı ve Onuncu
Yıl Marşı çalınması ortamı sürekli gerdi. Büyükşehrin bu tavrı 12 Eylül
cuntacılarının tavrından farklı değildir. İnsanlar kendini Mamak veya
Diyarbakır zindanındaymış gibi hissediyordu. Her on dakikada bir çalınan
İstiklal Marşı insanlarda bezginlik yarattı. İstiklal Marşı’nda ayağa
kalkmayanlarla kalkanlar arasında gerilimler yaşandı.
Daha sonra bu uygulamadan vazgeçilse de bu seferde alanda yer
alan bazı faşist gruplar, İstiklal Marşı’nı diğerleri için bir silah gibi
kullanmaya, provokasyonun aracı haline getirmeye başladı. Özellikle, alana daha
sonradan çadır kuran BDP’li gençler bu provokasyonun baş hedefiydi. Kendilerini
kutlamak lazım, tüm bu kışkırtmalara rağmen, direnişin selameti açısından
sükûnetlerini son ana kadar korumayı başardılar.
Ne hazindir ki, çadırların büyük bir kısmının kalkmasına da yine
bir İstiklal Marşı provokasyonu sebep oldu. Meydanda bir anda bitiveren dört
beş kişilik bir grup, gece yarısından sabahın ilk ışıklarına kadar istiklal
Marşı okuyup insanları zorla ayağa kalkmaya zorladılar. Sabırla bu
provokasyondan vazgeçilmesini bekleyenler, baktı olacak gibi değil, en son
grubu alandan uzaklaştırmak zorunda kaldı. Sonrasında zaten vaktinin büyük
çoğunluğunu çadırların selamette kalması için harcayan komite, çadırları
kaldırma kararı aldı. Zaten bir iki grup geceden çadırlarını kaldırmış,
diğerleri de o olay olmasa da kaldıracaklarını beyan etmişti. Çadırların büyük
kısmının kalkması ve olayların medyada yer bulmasıyla Cumhuriyet Meydanı’nın
ivmesi de düştü. Olay öncesi kasıtlı olarak yayılan, nerdeyse her gecenin
rutini haline gelen “polis müdahale edecek” dedikodusunun da insanları tedirgin
ettiğini ve Cumhuriyet Meydanı’na gelen insan sayısını da azalttığını unutmamak
lazım. Ayrıca bazı lümpen grupların çevreye verdiği zarar ve meydanda esrar
satmaya ve içmeye çalışanların olması da (bunu yapanlar çadırlarda kalanlar
tarafından meydandan uzaklaştırılmış ve bir daha meydana sokulmamıştır)
insanları tedirgin etti. Her dakika meydanı gözleyen polislerin bu tarz
gruplara özellikle müdahale etmediğini de unutmamak lazım. Meydanda adeta bir
kargaşa çıkması ve bunun kamuoyuna direnişçiler bir birine düştü şeklinde
yansıtılmak için az çaba harcanmadığına defalarca tanık olduk. Burada TGB
denen ulusalcı gruba da bir parantez açmak lazım, İstiklal Marşı provokasyonunu
bu grup sadece seyretmiş, devrimcilere küfür edilirken gülerek izlemekle
yetinmiştir. Provokatörlerin alandan uzaklaştırılmasını da sadece
seyretmişlerdir. Deniz Gezmiş posteri taşımak veya Gündoğdu Marşı söylemek
insanı devrimci yapmıyor.
Kısacası bütünlüklü bir şekilde başlamayan çadır direnişi, erken
ve koordinesiz şekilde bitirildi. Hiç olmazsa çadırlar kaldırılırken kitlesel
bir basın açıklaması yapılarak, çadırların neden kaldırıldığı ve bundan sonra
nasıl bir eylemlilik süreci izleneceği hakkında kamuoyu
bilgilendirilmeliydi.(Meydanda halen çadırlar var bunun içinde kimi sol
yapılarda mevcut) Çadır direnişinin bu şekilde bitmesi, Antalya’daki
direnişinde zayıflamasına maalesef katkı yaptı. Meydan büyük oranda ulusalcı ve
kimi ırkçı gruplara kaldı. Direnişin Cumhuriyet Meydanı’ndan mahallelere
kaydırılma düşüncesi de hayata geçemedi. Antalya’daki Emek ve Demokrasi
Güçleri’nin bir türlü bütünlüğü sağlayamaması çadır direnişinin de en azından
zayıflamasına yol açtı.
Başta da belirttiğim gibi, burada şu partinin veya bu fraksiyonu
suçlamak doğru bir tutum değil. Elbirliğiyle büyütebileceğimiz bir direnişi,
belki tecrübesizlikten belki başka hesaplardan büyütemedik. Ama direniş
bitmedi, öğrenerek sürdürmeye devam ediyoruz. Bu direnişten sonra bazı eski
alışkanlıkları ve anlayışlarımızı değiştirmeden yol almamız zor görünüyor.
Bir de aslında bu işin büyük yükünü gençlerin çektiğini
unutmamak lazım, tüm eksiklere rağmen müthiş bir direniş, azim ve fedakarlık
gösterdiler, direnişte ve çadırlarda devrimci dayanışmanın güzel örneklerine de
tanık olduk. Direniş sürdükçe de olmaya devam edeceğiz çünkü her şey daha yeni
başlıyor.