28 Aralık 2013 Cumartesi

Kırk Günlük Bebekler Ölmesin Diye…


Birileri ayakkabı kutularına milyonları koyarken, ülkemin bir yerinde bir ana ayakkabı kutusu kadar mezara, soğuktan donan bebeğini koydu.


Konya’da kırk günlük bebek, soğuktan donarak hayatını kaybetti. Ülkeyi yönetenler, servetine servet katmak için her türlü yolsuzluğu yaparak, halkı açlığa ve sefalete mahkum ettiler.  Onlar mevki ve makamlarını korumanın derdinde hak hukuk tanımazken, kırk günlük bebek ısınamadığı için donarak hayatını kaybetti. Ne ısınacak bir sobası ne karnını doyuracak, büyümesini sağlayacak gıdası vardı. Birileri ayakkabı kutusuna milyon dolarlar koyarken, o bir kibrit kutusu kadar yiyeceğe muhtaçtı.

Ebru GÜNDEŞ hayali ihracatçı vurguncu kocası hapse girdiği için “çocuğum incinir” diye gözyaşı dökerken, kırk günlük bebeğini kaybeden anne, evlat acısıyla kameralar karşısında acısından konuşamıyor, evladını koruyamamanın verdiği incinmişlikle kameralardan uzaklaşıyordu. Ebru GÜNDEŞ’in gözyaşları sosyal medyada, görsel medyada olay olurken, evladını soğuğa kurban veren annenin dramı üçüncü sayfa haberi olarak kaldı. Ahmet KAYA sürgüne mahkum edilirken, ona çatal bıçak fırlatılırken, evladının nasıl incindiği zerre kadar umursamayanlar, şimdi bebeğim incinmesin hikayesine sarılıyor. 

Bir anne yakacağı olmadığı için çocuğunu ısıtamazken, iktidar sahipleri çarkları dönsün, bu devran hep böyle sürsün, çocukları daha çok semirsin, halkı soysun diye nerdeyse ülkeyi ateşin içine atacaklar. Ama olsun, yeter ki kendileri kurtulsun da daha nice Ayaz bebekler soğuktan donup ölsün. Adlarındaki “adalet”i kendi iktidar güçleri için kullandılar, işlerine gelmeyince adaleti kuşa çevirdiler. Adlarındaki “kalkınma”yı meğer ceplerini doldurmak, yandaşlarını zengin etmek için kullanmışlar. Ülkenin kıymetli arazilerini hibe ettikleri yandaşların inşaatlarında yanan işçileri, okul parasını çıkarmak için ölen öğrencileri görmediler. Onlar sadece birer istatistik olarak kaldı onlar için. Bugün küstükleri polislerine, destan yazdırdılar. Kendi evlatları için kimsenin gözünün yaşına bakmazken, gözü çıkanlar için, aylardır komada olan Berkin için, Medeni, Ali İsmail, Ethem ve diğerleri için kıllarını bile kıpırdatmadılar.  

Tüm bunlara rağmen, hep mağdur olanlar onlar oldu, yalanlarla halkı kandıracaklarını zannettiler. Ama artık devran döndü. Bu halk sizin yalanlarınızla baş edemedi, ama sizde bu halkın isyanıyla baş edemeyeceksiniz. Hoca efendinizin beddualarıyla değil, halkın isyan ateşiyle yıkılacaksınız. Yıkılacaksınız ki Ayaz bebeklerin ömrü kırk gün olmasın, analar bir daha ağlamasın.

18 Aralık 2013 Çarşamba

Yolsuzluk Düzeni!


Yıllardır eylemlerde attığımız bir slogan vardı: “Yolsuzluk ve yoksulluk düzenine son” diye.


AKP iktidara geldiği günden beri, kendinden önceki iktidarlara rahmet okutan liberal politikalar uyguluyordu.  Ülkenin kamu kaynakları bir bir özelleştirildi, kamu arazileri yandaşlara peşkeş çekildi, kamu bankalarından iktidara yakın şirketlere sorgusuz sualsiz krediler verildi. Ülkenin dereleri, tarihi alanları rant uğruna satıldı. İşte AKP bu talan düzeni üzerine oturdu, halende oturuyor. 

Bu düzene karşı yazılı ve görsel medya üç maymunu oynadı. Bizler bunları söylerken, onlar “büyüyen bir ekonomiden, dünya sıralamasında bilmem kaçıncı ekonomi olduğumuzdan” bahsedip durdular. Adeta rakam sağanağına tutuluyorduk.  Ülke kaynaklarının satılması, milyonların yoksullaşması, kimsenin umurunda olmadı. Milyonlar yoksulluğa mahkûm edilirken, iktidara yakın olanlarsa ülkemizdeki milyonerler listesinde sıralamaya giriyorlardı. İnsanlar parasızlıktan cüzdan bile taşıyamazken, AKP’li bakanların çocukları, yandaşları paraları ayakkabı kutularında kasalarda istiflemişler.   

Bu kadar pisliği hiçbir şey kaldıramazdı, muhakkak bir gün patlayacaktı. Ancak bu patlama, bir zamanlar ittifak halinde olan iki gücün kapışması sonucu ortaya çıktı. Geçmişte bir birine rakip olan, ancak konjonktür gereği daha sonra rekabeti bir kenara bırakıp “kazan kazan” formülünde birleşen iki gücün kapışması. Ergenekon operasyonları başta olmak üzere, KCK ve şike operasyonlarında omuz omuza verdiler. Siyaseten rakip gördüklerini tasfiye ettiler. Referandum sürecinde, mezardakilere bile oy verdirdiler. Hepsini güle oynaya yaptılar. Başbakanın meşhur deyişiyle, tüm bunlar olurken ve yaşanırken, “hepsi oradaydı, yan yanaydı.” Tüm bunları yaparken, gözleri önünde yaşanan yağmaya talana da seyirci kaldılar. Görmezden geldiler. Beklide bir gün lazım olur, gün gelir kullanırız diye yaşanan rezillikleri arşivlediler. Kısaca yaşanan her türlü işi birlikte yaptılar. Cemaat aşağıdan, iktidar yukarıdan el birliğiyle her şeye hâkim oldular. 

Bu gün bir birine karşı kullandıkları şikâyet ettikleri her şeyi, büyük büyük sloganlarla duyurdukları operasyonlarda karşı taraf için kullandılar.  Şimdi ikisi de her şeye tek başına hâkim olmak için çarpışıyorlar. Zorunlu olarak kurdukları hâkim ittifak, çatlamış durumda. Pislikleri bir bir ortaya dökülmeye başladı.  Bu çatışmada haklı olan bir taraf yok. Bu ülkeyi bu hale el birliğiyle getirdiler. Yaşananlar Gezi isyanının haklılığının, bir kere daha, ispatı oldu. Gezi Parkı bu kokuşmuş düzenin sürmesi için, birilerine peşkeş çekilecekti. İsyan sadece bir parkı kurtarmadı; AKP’nin diktatöryal yüzünü açığa çıkardığı gibi yağmacı düzenine de bir darbe vurdu.  Şimdi ortaya dökülenler, belki de iktidarın en zayıf noktası olan yolsuzlukların, sadece küçük bir kısmı. Bu yolsuzluk düzenine karşı halk muhalefetini yaratarak, Gezi Parkı direnişinde olduğu gibi, hatta ondan daha güçlü bir şekilde tepki vermek gerekir. Şimdi zaman zengin dostu, yoksul düşmanı AKP düzenini yıkarak Türkiye’yi yeniden kurma zamanıdır. 
 

19 Kasım 2013 Salı

Kıdem Tazminatı Geleceğimizdir


AKP ve sermaye, işçi ve emekçilere dönük en büyük saldırıya hazırlanıyor. AKP iktidar olduğu 10 yıl boyunca, emekçilerin kazanılmış haklarını tek tek budadı. Şimdi de son büyük darbeyi vurmaya hazırlanıyor. Emekçilerin en önemli güvencesi olan, kıdem tazminatını ortadan kaldıracak. Sermayenin yıllardır en büyük rüyası kıdem tazminatının ortadan kaldırılmasıydı. Bu rüyayı şimdi AKP gerçekleştirmeye hazırlanıyor. Kıdem tazminatıyla ilgili süren tartışmalarda Başbakan, sendikalar ve sermaye kesimine anlaşma çağrısında bulunmuştu. Kendisi de böyle bir anlaşmanın olmayacağını çok iyi biliyor. Amacı “biz anlaşın dedik, anlaşamadılar. İşi kendimiz çözeceğiz” demeye getirmek. Bu yönde de çalışmalar devam ediyor. Son açıklama Ekonomiden Sorumlu Bakan Ali BABACAN’dan geldi. Ali Babacan, kıdem tazminatının Bireysel Emeklilik Fonlarında değerlendirilmesine sıcak baktıklarını söyledi.


Aslında bu bir niyet beyanı değil. Uzun zamandır planlanan ve son aşamaya gelinmiş bir durum. Bir süre sigorta şirketlerinde çalışmış biri olarak, bu durumu iyi biliyorum. Sigorta ve emeklilik şirketlerinin en büyük hayali, kıdem tazminatının emeklilik fonlarına devredilmesiydi. Şirketlerin kendilerini bu düzenlemeye göre, yeniden yapılandırmaları isteniyordu. Şimdi sona yaklaşılmış durumda. Eğer sendikalar ve emekçiler güçlü bir direnç gösteremezse sermaye en büyük hayalini gerçekleştirmiş olacak. Kıdem tazminatı ortadan kaldırılacak ve Bireysel Emeklilik Fonlarına devredilecek. Nedir bu Bireysel Emeklilik Fonu? Devlet, neden bu fonların üzerinde bu kadar önemle duruyor?  


Bireysel Emeklilik Kanunu, uzun vadede devletin sosyal güvenlik sisteminden tamamen çekilmesi düşünülerek tasarlandı. Bir çok ülkede mevcut olan sistem, ülkemizde de uygulanmaya başlandı. Ülkemizdeki sistem, dikkat buyurun, Şili’deki sistem örnek alınarak hazırlandı. 12 Eylül cuntacıları da muhtemelen, 11 Eylül 1973’de Şili’de, seçilmiş Salvador Allende hükümetini, kanlı bir darbeyle deviren Augusto Pinochet önderliğindeki cuntayı kendilerine örnek almışlardır.


Bireysel Emeklilik Kanunu ülkemizde, 1999 yılında Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı nezdinde oluşturulan Bireysel Emeklilik Komisyonu’nun çalışmaları sonucunda hazırlandı ve 28 Mart 2001’de TBMM tarafından kabul edildi. 7 Nisan 2001’de Resmi Gazete’de yayınlandıktan altı ay sonra, yani 7 Ekim 2001 tarihinde yürürlüğe girdi. Aslında benzer denemeler daha önce, Birikimli Hayat Sigortalarıyla denenmiş başarılı olmamıştı. Bu sefer devlet işi sıkı tutmuş bunu bir sistematiğe bağlamıştı.


Kısaca sistem şu şekilde çalışmaktadır. 18 yaşını dolduran herkes, Bireysel Emeklilik sistemine katılabilir. Sisteme girmek zorunlu değil, isteğe tabidir. Ancak sisteme girerken şirketler sizden, giriş aidatı adı altında brüt asgari ücretin yarısı kadar ücret alabilir. 


Bireysel Emeklilik Sistemi’yle devletin size sunduğu sosyal hakların hiçbir bağı yoktur.  Yani devlete ödediğiniz primler size sağlık hizmeti ve diğer hizmetler olarak geri dönerken, bireysel emeklilik sisteminde sadece birikim yapabilir ve süresi dolunca emekliliğe hak kazanabilirsiniz. Emekliliğe hak kazanmanız için de sistemde 10 yıl kalmalı ve 56 yaşını doldurmanız gerekmektedir. Bu süreden önce sistemden çıkarsanız, ilk olarak devlete toplam birikiminiz üzerinden %15 stopaj ödersiniz, sonra kalan birikiminizden varsa emeklilik şirketi giriş aidatı vb. kesintileri yapabilir ve kalan paranızı alırsınız.


Sisteme aylık yada yıllık toplu para yatırabilirsiniz. Katkı payı ödemelerinize ara verebilirsiniz ama bu ara 3 ayı aşarsa, şirketler geçen her ay için sizden 2 TL kesinti yapabilir. Ayrıca devlet sisteme katılımı teşvik için, katkı payının %25 kadar tutarı katkı olarak ödüyor. Tabii onunda bir sınırı var. Yıllık brüt asgari ücretin toplamının %25 ile sınırlı. Bu katkı ayrı bir hesapta izleniyor.


Bireysel Emeklilik Sistemi’ne yatırılan paralar, emeklilik şirketlerinin kurduğu fonlarda işletiliyor, bu fonları portföy şirketleri yönetiyor. Fonlarda herhangi bir devlet garantisi yok. Söylenen, birikimlerin Takas Bank’ta saklandığı ve şirketler iflas ederse, birikimlere bir zarar gelmeyeceği. Ancak, daha önce batan İhlas Sigorta adlı şirketin Birikimli Hayat Sigortası müşterilerinin büyük mağduriyet yaşadığı biliniyor.


Sistemde vefat teminatı yoktur yani ölürseniz “yasal” kesintiler yapıldıktan sonra kalan toplu para, varislerinize ödenir. Şuan, devletin emeklilik sisteminde olduğu gibi kimseye herhangi bir maaş bağlanmaz. Siz ölmez de emekli olursanız ister toplu para, ister gelir sigortası üzerinden maaş alabilirsiniz.


Devlet Bireysel Emeklilik Sistemi’yle topluma tasarruf etme alışkanlığı kazandırmak istediğini her seferinde beyan etmektedir. Oysa bırakın tasarruf etmeyi halkımızın büyük bir kısmı, insanca yaşayacak bir gelire bile sahip değildir.


Yine Bireysel Emeklilik Sistemi’ndeki Emeklilik Şirketlerinde binlerce insan, güvencesiz bir şekilde çalışmaktadır. Her ay satış baskısıyla çalışanlara mobbing uygulanmaktadır. Satış hedeflerini tutturamayanların işine, tazminatsız bir şekilde son verilmektedir. Bireysel Emeklilik Sistemi’nden erken ayrılanların yaşadığı mağduriyetlerde, mağdurlar ve satıcılar karşı karşıya gelmektedir. Satış baskısı altında bunalan çalışanlar, katılımcıları çoğu zaman, satış yapmak uğruna, doğru bilgilendirmemektedir. Daha sonra yaşanan her sıkıntının hesabı, çalışanlardan sorulmaktadır. Bireysel Emeklilik Çalışanları yani aracılar, Banka ve Sigorta İş kolunda olduklarından Grev Hakları bulunmamaktadır. Bir iki şirket hariç, hiçbir emeklilik şirketinde sendikal örgütlenme mevcut değildir.


Devlet Bireysel Emeklilik Sistemiyle kamunun sosyal güvenlikten tamamen çekilmesini amaçlamaktadır. Bir nevi sosyal güvenlik özelleştirilecektir. Kıdem tazminatının kaldırılması da bu sürecin en önemli aşamasıdır. Sağlıkta dönüşüm adı altında, sağlık tamamen piyasanın insafına terk edilerek, halka ve emekçilere büyük bir darbe indirilmiştir. Şimdi sıra kıdem tazminatındadır.


Kıdem tazminatı kaldırılarak, Bireysel Emeklilik fonuna devredilecektir. İşveren bu fonlara para yatıracaktır. Mevcut bireysel emeklilik sisteminde de zaten işverenler çalışanlarına, Bireysel Emeklilik Hesabı açabilmektedir. Bu hesaplara Bireysel Emeklilik Sisteminde “Grup Emeklilik Hesabı” denmektedir. İşveren bu durumda sponsor olarak adlandırılmaktadır.


Bu Grup Emeklilik Hesabının katkı paylarının tamamını işveren ödemek zorunda. Ancak çalışanın ve işverenin ortak ödeme yaptığı, Grup Emeklilik Hesapları da mevcut. Buna da Gruba Bağlı Emeklilik Hesabı deniyor. Yine işveren yaptığı ödemeleri vergiden düşebiliyor.  Çalışanların bu hesaplarda biriken parayı alması için belli bir süre gerekiyor. Bu süre şimdiki sisteme göre çalışanın Bireysel Emeklilik Sistemi’ne giriş tarihinden itibaren bir yıldan az, yedi yıldan fazla olamaz. Ancak söylentilere göre kıdem tazminatı fona devredilirse, 10 veya 15 yıldan önce emekçilerin bu paraya dokunması imkansız. Ayrıca mevcut bireysel emeklilik sisteminde, işverenin katılım payını ödemesi gibi bir zorunluluk yok. Çünkü Bireysel Emeklilik Sistemi zaten gönüllük esasına dayanıyor. İşveren çalışanı için yaptırdığı grup emeklilik sözleşmesinin katkı paylarını düzenli olarak ödemeyebilir.  Ayrıca Grup Emeklilik Hesaplarını ancak işveren kullanabilir.  Fon dağılım değişikliği, birikimlerin aktarım hakları, hak kazanma süresi dolana kadar işveren tarafından kullanılır.  Bunlar mevcut sistemde ki durum. Muhtemeldir ki sistem kıdem tazminatı için yeniden revize edilecektir. Ama ne yapılırsa yapılsın, yapılan her şey emekçilerin aleyhine olacaktır. İşten çıkarmalar kolaylaşacaktır. Sendikalaşma ortadan kalkacak, güvencesizlik artacaktır. Devlet şimdiye kadar emekçiler için oluşturduğu hiçbir fonu, emekçilerin yararına kullanmamıştır. Emekçilerin alın teriyle oluşturulan fonlar, sermayenin çıkarı için, çarçur edilmiştir. Kıdem tazminatı hakkımızı kaybedersek, emekçiler olarak, halk olarak geleceğimizi de kaybedeceğiz.


AKP kıdem tazminatına el uzatma cesaretini, biraz da özellikle işçi sendikalarının tepkisizliğinden alıyor. Sendikalar, “kıdem tazminatı kırmızı çizgimizdir ölürüz de bu hakkımıza dokundurtmayız” derken bu söyleme uygun bir eylemlilik çizgisi geliştirmemektedirler. “Genel greve gideriz” diyorlar ama henüz bir günlük bile uyarı grevi gerçekleştiremiyorlar. Bırakın bir eylem çizgisini, DİSK dışında diğer konfederasyonların kılı bile kıpırdamıyor. Türk-İş adeta varla yok arasındayken, Hak-İş kendine düşen “yeşil sendika” görevini yerine getirmeye devam ediyor; işçinin değil, AKP iktidarının konfederasyonu olmayı sürdürüyor. Günlük eylemlilikler maalesef bir etki yaratmıyor. İşçi sendikaları hükümetle görüşmeleri bir kenara bırakıp, “Kıdem Tazminatında pazarlık söz konusu bile olamaz” demelidir. Ancak gerçek ve kararlı bir eylem süreciyle AKP’ye geri adım attırılabilir. Bu anlamda DİSK’in başlattığı, biraz da Gezi Parkı Direnişini anımsatan #direnişçi kampanyası, bu açıdan anlamlı ama yetersizdir. Tüm emekçileri kapsayan, içerisine kamu emekçilerini de alan bir mücadele süreci hızla başlatılmalıdır.      





Yararlanılan Kaynaklar

·         DİSK’in SESİ 171. Sayı

·         Hürriyet Gazetesi 150 Soruda Bireysel Emeklilik Sistemi

·         Emeklilik Gözetim Merkezi web sayfası

8 Kasım 2013 Cuma

Akaydın’ın Lambası


Antalya Büyükşehir Belediyesi’nde çalışırken işlerine son verilen taşeron işçilerin eylemi sürüyor. İşçiler işe geri dönmek ve alacaklarının ödenmesi için eylemdeler. İşçiler 2 Kasım da yapacakları eylemi araya girip sorunu çözeriz diyenleri dinleyerek ertelemişlerdi. Ama sorun çözülmedi ve işçiler 6 Kasım günü yine belediyeye yürüdüler.  

Sadece o işçiler değil Antalya Büyükşehir Belediyesine taşeron şirket üzerinden hizmet veren temizlik  işleri de çöp araçlarının kontağını kapatarak eylem yaptı. Onlarda bir yıldır düzenli maaş alamadıkları için eylem yaptılar. Maaşları düzenli ödenene kadar eylemlerine devam edecekler. Sadece onlar değil  Antalya Büyükşehir Belediyesi Toptancı Hali Temizlik Müdürlüğüne bağlı 40 işçide son 3 aydır düzenli maaş alamadıkları için iş bıraktı. Onlarda belediye para yatırırsa maaşlarını alabileceklerini söylüyor. Onlarda maaşlarını alana kadar eyleme devam edecekler.

Durum bu, yer yerde işçiler eylemde.İşçiler alacaklarının ödenmesi için belediyenin kapısını aşındırırken büyükşehir belediyesi işçilerin sesine kulaklarını tıkamaya devam ediyor. İşçilerin alacakları ödenmezken Büyükşehir Belediyesi  yeni yıl için kesenin ağzını açmış durumda. Yerel basını takip edenler fark etmişlerdir, büyükşehir yeni yılı 10 metre yüksekliğinde 5 metre genişliğinde dev ışıklı bir ağaçla karşılamaya hazırlanıyor. Ayrıca merkezi kavşakları aydınlatacak başka ağaçlarda olacak. Led aydınlanma teknolojisi kullanılarak yapılacak olan ağaçlar için Fen İşleri Dairesi Başkanlığı ihaleye çıkmış bile. İhalede teklif için son gün 18 kasım. Ağaçlardan biri Cumhuriyet Meydanına   kurulurken diğerleri merkezi kavşaklara koyulacak.

Yeni yıl için bu kadar büyük harcamalar yapılırken muhtemelen bayramı ücretlerini alamadan geçiren işçiler yeni yıla da ücretlerini alamadan direnişte geçirecek. Büyük ihtimal bayramda olduğu gibi yeni yılda da çocuklarına bir hediye alamayacaklar. Geçen yazımda da belirttiğim gibi Büyükşehir Belediyesi her türlü kutlamaya büyük bütçeler ayırırken kendi bünyesinde çalışan taşeron işçilerin ücretini ödeyemiyor! Ödemiyor. Ve bu işçiler her seferinde taşeronu tarihe gömeceğiz diyen CHP’nin iktidar olduğu bir belediye de yaşanıyor. Büyükşehir soruna dair kamuoyuna doyurucu bir açıklama yapmış değil.  CHP il örgütü de çözüm konusunda sessiz.

Sosyal Demokratlık iddiasında ki bir belediyede işçiler alacaklarını alamadıkları için eylemdeyken yeni yıl kutlamaları için büyük kaynaklar ayırmakta. İşçileri derin bir karanlığa terk eden büyükşehir ne kadar dev ışıklı ağaçlar dikerse diksin hiçbir şeyi aydınlatamaz. Tam tersi bu yaptıklarıyla toplum nazarında kendini büyük bir karanlığa mahkum etmekte. 

Büyükşehir Belediyesi artık işçilerin çığlığına kulak vermeli ve onların taleplerini kabul etmeli. Yeni yıl onlarca işçi ve ailesi için yeni bir başlangıca dönüşmeli. İşçiler kimseden bir lütuf beklemiyor sadece haklarını,emeklerinin karşılığını istiyor. Haklarını alana kadar da mücadeleye devam edecekler. Asıl toplumu aydınlatan ona ışık olacak olan yapay ışıklandırmalar değil bu direniş ruhudur.

31 Ekim 2013 Perşembe

Tutamayacağınız Sözler Vermeyin


CHP Muratpaşa Belediye Başkan aday adayı Ömer MELLİ ziyaret ettiği DİSK Akdeniz Bölge Temsilciliği’nde“aday olup seçilmesi halinde taşeron işçi çalıştırmayacağını” söylüyordu. Aynı saatlerde CHP’li Antalya Büyükşehir Belediyesi tarafından işten çıkarılan taşeron işçilerin başlattığı eylem, birinci haftasını geride bıraktı. 


CHP Genel Başkanı Kemal KILIÇDAROĞLU’da, genel başkan seçildiği günden beri iktidara geldiklerinde taşerona son vereceklerini söyleyip duruyor. Keşke bu duruma son vermek için iktidar olmayı beklemese. İşe yerelde iktidar oldukları belediyelerde başlasa ve taşeron işçilerin hakkına, hukukuna sahip çıksa. 
Sadece Antalya Büyükşehir Belediyesi değil, CHP’li başka birçok belediyede de taşeron sorunu sürüyor. Hem emekten yana olduğunu iddia edip hem de emekçilerin hakkını gasp etmek nasıl bir siyasi anlayıştır.  AKP’nin emekçilere dayattığı taşeronlaşma ve güvencesizleştirmeye karşı olduğunu söyleyip, o sistemden sonuna kadar yararlanmak sosyal demokrat olduğunu iddia edenlere yakışmıyor.  


Antalya Büyükşehir Belediyesi tarafından işten çıkarılan ve 85 gündür maaşları ödenmeyen işçiler, belediyenin Gürsu’da bulunan şantiyesinde bir haftadır işe geri dönebilmek için mücadele yürütüyor. Dönem dönem maaş almakta sıkıntı yaşayan işçiler, sürekli oyalanıp duruyordu. Şimdi de bir kısmının işine, alacakları ödenmeden son verildi. 
İşçilerin geri dönme taleplerine dönük bir adım da atılmış değil. CHP İl örgütünün bu sorunun çözümüne dair resmi bir açıklama yaptığını da henüz duymadık. İşçiler işe geri dönene kadar mücadelelerini sürdürmekte kararlı. Sosyal Demokrat olduğunu iddia eden bir belediyeye yakışan, bu işçileri işe geri almaktır. AKP zihniyetiyle sosyal belediyecilik yapılamaz. Her şeyi kar mantığıyla gören, belediyecilik anlayışından vazgeçilmeli. 
Şatafatlı törenlere milyonlar harcanırken, emekçilerin maaşlarını ödemeye sıra gelince para musluğu bir anda açılmamak üzere kapanıyor.  Belediyelerin bu konudaki klasik savunma metodu da hazır “biz taşeron şirkete parayı ödedik.” Nasıl oluyor da her zaman emekçilerin haklarını gasp edip, ücretlerini ödemeyen şirketlerle anlaşmayı başarıyorsunuz?


Emekçilerin talebi basit. Onlar işlerine geri dönmek ve ödenmeyen ücretlerinin bir an önce ödenmesini istiyor. Taşeron sistemi ülkemizde emekçilerin kalbine saplanmış bir hançerdir. İşsizliğin diz boyu olduğu ülkemizde, işsizlik baskısıyla emekçiler düşük ücretlerle, iş güvenliğinden yoksun, kuralsız ve esnek çalışma koşullarında çalıştırılmaktadır. Sendikalaşmanın neredeyse yok denecek noktaya geldiği ülkemizde, taşeron işçiler her türlü güvenceden yoksun hale gelmiştir. 


Taşeron işçileri vaatlerle oyalamayın, tutamayacağınız sözler vermeyin. Sermaye gruplarıyla içli dışlıysanız taşeronlaşmayı kaldırmanızda imkânsız. Öncelikle ülkede kimin temsilcisi olduğunuza karar verin. Emekçilerin, ezilenlerin, yoksulların, ötekilerin mi sesi olacaksınız, yoksa öyle görünmeye devam mı edecek siniz?

11 Ekim 2013 Cuma

Kırmızı Görünce Çıldıran Boğalar


İspanyol boğa güreşlerini hepimiz biliriz. Matadorlar karşılarındaki boğayı kızdırmak için ellerindeki kırmızı pelerini kullanır ve onları kışkırtırlar.

Kırmızıyı gören boğa, adeta çılgına döner, delirmişçesine matadora saldırır. Niyetim boğa güreşlerinin tarihini anlatmak değil. Son olarak dün, hem yerel hem de ulusal medyada yer alan bir haberle ülkemizi yönetenlerin de kırmızı görünce çılgına döndüğünü anladık. Özellikle de Gezi Direnişi'nin ardından kırmızıya olan alerji iyice artmış durumda.

AKP İktidarı Gezi Parkı Direnişi'nin ardından; direnişe katılanlara karşı bir intikam operasyonu başlatmış durumda. Birçok ilde operasyonlar, gözaltılar ve tutuklamalar yaşanıyor. Antalya da bu operasyonlardan payına düşeni aldı. Son yapılan operasyonla gözaltına alınan SGD üyesi Murat S. ve Ayşe Deniz K. ve DİP üyesi Mustafa Cihan Y. daha sonra tutuklandılar.  Bu direnişçi arkadaşlarımıza, aşina olduğumuz bir sürü saçma sapan iddia ve ithamlar yöneltildiğini öğrenmiş bulunuyoruz. Ama bir tanesi var ki evlere şenlik. Tutuklanan Ayşe Deniz K. için en önemli suç delili “sosyalizmi simgeleyen kırmızı renkli fular” taşıması. Malum devletimizin ve polisin solculara karşı büyük alerjisi olduğu için, kırmızı fular ya da kırmızı fular taşıyan solcu gördüler mi adete kırmızı gören boğa gibi çıldırıyorlar. Veriyorlar biber gazını, copu, tazyikli suyu. Tüm bunlar da onları kesmiyor, gözaltına alıyor, işkence ediyor ve tutukluyorlar.

Poşu taşımanın suç olduğuna daha önce tanık olmuştuk. Cihan KIRMIZIGÜL adlı öğrenci, durakta otobüs beklerken boynundaki poşudan dolayı gözaltına alınıp, daha sonra tutuklanmıştı. Poşudan sonra şimdi sıra fularlara geldi.

AKP’nin Gezi korkusu bitmek bilmiyor. Nereye baksalar akıllarına Gezi Direnişi geliyor. Başbakan yaptığı her konuşmada, Gezi Direnişi'ne laf etmekten kendini alamıyor. Yandaşları da başbakandan aşağı kalmıyor. Bu korkuları adeta paranoyaya dönüşmeye başladı. Öyle ki "İstanbul trafiğinin tıkanmasına bakıp, yeni bir isyan dalgası yaratmak istiyorlar" diyen şuurunu kaybetmişler var*.

AKP bir yandan da Gezi Parkı Direnişiyle tuzla buz olan demokrat imajını, yeniden düzeltmenin peşinde. Özellikle kaybettiği dış desteği de yeniden kazanmak için  demokrasi paketleriyle açılıp saçılıyor. Ama ne yapsa olmuyor. Bir bakıyoruz ,büyük laflarla demokrasi paketi açıklıyor öte yandan  polisin elini güçlendirerek, ülkeyi adeta bir polis devletine dönüştürüyor.

Gezi Direnişi boyunca halka karşı uyguladığı acımasız terörle insanları sakat bırakıp, öldüren polisler elini kolunu sallayıp, rahat rahat gezerken, polis terörüne karşı direnenler yok gözlük taktın yok baret taktın yok boynunda kırmızı fular vardı gibi sudan sebeplerle gözaltına alınıp tutuklanıyor. Ama AKP ne yaparsa yapsın, artık bu direniş ruhunu hapsedemez. Bu ruh Tuzluçayır’da, bu ruh ODTÜ’de, bu ruh Gazi’de ,bu ruh Kaz Dağları'nda... Kısaca bu direniş ruhu her yerde. Halkımız artık biliyor ki “Direnişte Özgürlük var” 

*http://haber.rotahaber.com/gezi-ayaklanmasinda-trafik-kaosu-plani_406960.html

24 Haziran 2013 Pazartesi

Antalya’dan Forum Notları


Antalya’daki Gezi Parkı direnişi, forumlarla devam ediyor. Şuana kadar iki noktada forumlar yapılıyor.


Biri Konyaaltı’nda gerçekleştiriliyor. Kendilerine “Konyaaltı Çapulcuları” ismini veren grup, her akşam 1e1 market önünde toplanarak, sloganlarla Tivak’ın karşısındaki parka kadar yürüyor. Parkta yapılan forumda direnişe dair değerlendirme yaparak, öneriler sunuyorlar. Konyaaltı’nda yapılan forumu izleme şansım olmadı ama forumda yapılan önerileri ve değerlendirmelerle ilgili notları sitemizden (www.antalyasolu.org)  takip edebilirsiniz.

İkinci forum noktasıysa, Güllük’teki Yavuz Özcan Parkı içinde yer alan amfi tiyatro. Forum, Antalya Dayanışması tarafından düzenleniyor. Antalya Dayanışması önceden kurulmuş ve bu forumları örgütleyen bir platform değil. Bu isim forumda katılımcılar tarafından belirlendi. Antalya Dayanışması kendini şu şekilde tanımlıyor:

“Onlar hiçbir şeyden çekinmediklerine göre, ben de her şeyi göze alıyorum. Gerçeği söyleyeceğim. Konuşmak ödevimdir, suç ortağı olmak istemiyorum. Yoksa gecelerim, uzakta işlemediği bir suçtan ötürü işkencelerin en korkuncunu çeken suçsuz bir insanın görüntüsünden kurtulamaz. Namuslu bir insan olarak tüm gücümle ayaklanıp bu gerçeği size haykıracağım sayın başkan”

EMİLE ZOLA “İTHAM EDİYORUM”

Antalya Dayanışması, Taksim Gezi Parkı’nda başlayan, önce tüm yurda sonrada diğer ülkelere yayılan uyanış ve direnişin Antalya’daki destekçisidir. Antalya’da yaşanan direniş ve uyanışı tek bir çatı altında toplamak üzere yola çıkmış direnişçileriz. Sosyal medyada, parklarda, meydanlarda dağınık konumda olan halk hareketinin tüm haber ve forum çalışmalarını tek çatı altında toplamak, desteklemek ve duyurmak birincil amacımızdır.

Antalya’da Türk, Kürt, Laz, Çerkez vb. gibi dil, din, ırk ayrımcılığı yapmaksızın, transseksüel, travesti gay, erkek, kadın, başörtülü, başörtüsüz, sex işçisi, baskı, şiddet ve tecavüze uğrayan kadınlar, tüm ötekileştirilmiş insanlarla emperyalizme ve faşizme karşı omuz omuza direnen direnişçiler olarak halkımızla yan yanayız.

Bu süreçte farklı ideolojik kaygıları, yöntemleri, inançları nedeniyle hala bir araya gelememiş tüm sivil toplum örgütleri, sendikalar, siyasi partiler ve temsilcileriyle birlikte direnişe ve halk uyanışına katkı koyup destek olmaları yönünde çağrı yapıyoruz.”

Forum her akşam saat 21:00’de başlıyor. İstanbul’da Taksim Dayanışması’nın başlattığı forumları örnek alıyor,onların belirlediği forum kurallarına aynen uyuyor. Nedir o kurallar, saat 21:00’de başlar, gece 12’den sonra gürültüye mahal verilemez, herkesin 3 dakika konuşma süresi var, alkış, tezahürat ve slogan yok. Bunların yerine, gürültüye mahal vermeden tepki vermek için, geliştirilen hareketler var. Bu hareketleri yandaki resimde görebilirsiniz.

Antalya Dayanışması’nın forumları, 3. gününü geride bıraktı. İlk foruma katılamadım ama son iki forumu izleme fırsatım oldu. İlk gün ki katılım 20 kişilik bir katılımla başlamış ama son iki gün ki sayı 100 civarındaydı. Genelde katılımcıların büyük bir kısmını gençler oluşturuyor. Özellikle Antalya’daki sol yapıların gençlerinin ilgisi büyük. Ama kimse kendi örgütünün propagandasını yapmıyor kimseye hazır bir reçete sunmuyorlar. İlgiyle konuşmacıları dinliyor, onlarla birlikte öğreniyor, onlarla birlikte bir şeyler yapmaya çalışıyor. Herkes kendi durduğu yerden, bulunduğu alandan sorunlarını, dertlerini paylaşıyor ortak çözüm yolları ve mücadele yolları aranıyor.

Konuşmacıların büyük bir kısmı, bu eylemler öncesi herhangi bir örgütlü yapı içinde olmadıklarını belirtiyor. Bazen örgütsüzlük vurgusu yapılsa da aslında bu direnişi örgütlü bir hale getirme çabası var. İkinci gün ki forumda ısrarla örgütsüzlük vurgusu yapılırken, 3. gün “Antalya Dayanışması” ismi artık bizim örgütümüz diyenlerin olması güzel bir gelişme. Forumda demokratik bir işleyiş var. Forumun şimdilik en büyük sıkıntısı, direnişi nasıl ilerleteceğimize dair ön açıcı fazla öneri olmaması. Genelde direnişe dair görüş ve öneriler anlatılıyor.

Yine de alınan birkaç karar var. Bunlardan biri, Antalya’da bir direniş müzesi açılması. Müzenin Cumhuriyet Meydanı’na ve hafta sonuna kadar açılması planlanıyor. Yine direnişte hayatlarını kaybeden direnişçiler anısına, Cumhuriyet Meydanı’na Elmalı’dan getirilecek sedir ağaçları dikilecek. 

Forumda alınan kararlar bir rapor haline getiriliyor ve her akşam forum sonrası, forum için oluşturulan, iletişim kanallarından yayınlanıyor.  Bu raporları,www.antalyadayanismasi.com, www.facebook.com/antalyadayanismasi adreslerinden takip edebilirsiniz.

Forumların Antalya’nın her yerine yayılması, foruma katılanların ortak arzusu. Bunun için birçok öneri geliyor. Birkaç gün içerisinde, Antalya’nın başka alanlarında benzer forumlar yapılacak. Ama öncesinde, mevcut forumlara katılımı artırmak önemli.  Forumlara gelirken, muhakkak bir arkadaşımızı, eşimizi, dostumuzu, komşumuzu da getirelim ve onların da foruma katılmasını sağlayalım. 

Katıldığım iki forumda tek görünen olumsuzluk, forumun ikinci günü ulusalcı birkaç kişinin yaptığı kendi propagandalarıydı. En azından Antalya’daki ulusalcılar için şunu söyleyebiliriz ki bu direnişin ruhunu zerre kadar anlamamışlar. Halen direnişe, kendi renklerini verebileceklerini zannediyorlar. Bu direniş hareketinin, forumların ve direnişçilerin kendi yolunu yöntemini bulma çabasında olduğunu görmek istemiyorlar, eski statükonun lehine bir hamle olmayacağını görmüyorlar. Direnişin en büyük düşmanı ne devlet ne de onun polisinin uyguladığı şiddettir. Çünkü toplum artık korku duvarını yıktı. En büyük tehlike, ulusalcılar gibi, her şeyi ben bilirim hali ve bu bilme halini direnişçilere dayatma çabasıdır.

Gerçek olan şudur ki bu direnişin ve direnişçilerin ne önünde olabiliriz ne de arkasında kalabiliriz. Ancak onlarla yan yana oluruz, onlarla öğreniriz, onlarla birlikte mücadele edebiliriz. Ulusalcılar hiçbir şeyden anlamadıysalar, Taksim’de BDP bayrağı ve Türk bayrağı taşıyan iki gencin dayanışmasını yansıtan fotoğrafa baksınlar. Onlarca laftan çok şey anlatıyor o fotoğraf. 

21 Haziran 2013 Cuma

Antalya’dan Direniş Notları



Taksim Gezi Parkı Direnişi, 20. gününü geride bıraktı. 31 Mayıs’ta başlayan direnişle Türkiye artık eski Türkiye olmayacak.
AKP’nin, İstanbul’un orta yerinde insanların soluk alabileceği tek nokta olan Gezi Parkı’nı “Ben yaptım oldu” anlayışıyla sermayeye peşkeş çekmek istemesiyle başlayan olaylar, bir halk ayaklanmasına dönüştü. Barışçıl başlayan gösterilere AKP polisinin vahşi saldırısıyla milyonlar sokağa döküldü. Halk adeta bir öfke patlaması yaşadı.
Gezi Parkı’nın ranta kurban edilmesini istemeyenler, derelerine HES yapılmasına karşı çıkanlar, yaşam alanlarına, özgürlüklerine müdahale edilmesine tepki gösterenler, eğitimin gericileştirilmesine karşı çıkanlar, tek mezhepçi, inkârcı anlayışı reddedenler kısaca AKP diktatörlüğüne baş kaldıran herkes sokağa döküldü. AKP’nin özellikle 1 Mayıs’tan sonra, iyice yoğunlaşan ve artan otoriter anlayışı Gezi Parkı olayıyla büyük bir isyana dönüştü.
AKP her zaman olduğu gibi bu isyanı da biber gazıyla, tazyikli suyla, plastik mermiyle boğmaya çalıştı. Dört kişi öldürüldü, onlarca insan gaz bombalarıyla kör edildi ve binlerce insan yaralı. Tüm bu vahşete rağmen, AKP direnişi boğmayı başaramadı. Çünkü karşısında halk vardı, halk direndi ve direnmeye devam ediyor. İstanbul, Ankara, İzmir, Adana, Eskişehir, Mersin, Antalya vd., bütün bir ülke “AKP Diktatörlüğü’ne Dur” demek için ayaklandı. AKP polisiyle, medyasıyla, tüm gücüyle isyanı bastırmaya, yalanlarıyla direnişçileri karalamaya uğraştı, uğraşıyor ama başaramıyor. Halk kah çatışarak kah durarak direnişini sürdürüyor.
Antalya’da direnişin ilk gününden beri direnişe destek veriyor, omuz veriyor. 31 Mayıs gecesi başlayan eylemler, ilk gün ki yoğunluğunda olmasa da devam ediyor. Direnişin üzerinden 20 günden fazla bir zaman geçti, direnişin Antalya ayağı için sağlıklı bir değerlendirme yapma vaktidir.
Antalya direnişe ilk günden beri destek verdi ama haliyle her yerin olduğu gibi Antalya’nın da farklı dinamikleri var. Direnişin bir tarafında tüm eksikleri ve zaaflarına rağmen sol partilerin, sendika ve emek örgütlerinin içinde yer aldığı Antalya Emek ve Demokrasi Güçleri, diğer taraftaysa direnişi eski statükonun lehine değiştirmeye çalışan ulusalcılar. Antalya Emek ve Demokrasi Güçleri’nin bu süreçte iyi bir sınav verdiğini söyleyemeyiz. Burada neden Antalya Emek ve Demokrasi Güçleri diyorum, bu direnişte tek tek sol yapıları değerlendirmek, olumlamak ve eleştirmenin doğru olduğunu düşünmüyorum. Tüm Türkiye’de olduğu gibi, Antalya sol kamuoyu da böyle bir halk hareketine hazırlıklı değildi. Ayrıca bu konuda tecrübeli de değildi. İstanbul ve Ankara’ya göre, kitlesellik ve hareket kabiliyeti açısından geri bir noktada olduğumuzu kabul etmek gerekir. O yüzden burada yaşanan tüm eksikliklerde, hepimizin biraz payı olduğunu düşünüyorum.
Gezi Parkı olaylarının başladığı ilk gün olan 31 Mayıs Cuma günü, Antalya olarak hızlı bir refleks veremedik, tüm ülke sokağa çıkmışken biz ancak kitlesel olarak Cumartesi günü sokağa çıkabildik. Aynı akşam birçok siyasi yapının, gençlik örgütlerinin Cumhuriyet Meydanı’na çıktığını da unutmayalım. Çıkmasına çıkıldı ama ne yapılacağı konusunda bir fikir birliği yoktu. Cumartesi günü büyük bir kalabalıkla yıllarca Antalya halkına yasaklanan Cumhuriyet Meydanı’na girildi. Belki de Antalya için en büyük kazanımlardan biri, Cumhuriyet Meydan’ının halk tarafından, halka açılmış olmasıdır. Halk yıllarca devlet tarafından “özelleştirilen ve yasaklanan” meydanı kamulaştırmıştır ve halka açmıştır. Meydan bir daha halka yasaklanamaz. Bu ili yönetenlerin buna yeltenmemesi gerekir, olası böyle bir durumda da Antalya halkı asla meydanından vazgeçmemelidir.
Cumhuriyet Meydanı’nın açılmasıyla direnişin odak noktası burası oldu. Bunun yanında Lara ve Konyaaltı gibi bölgelerde de halk tepkisini sokağa çıkarak ve balkonlarından tencere tava çalarak gösterdi. Tabii bir de Çallı direnişi var. 31 Mayıs gecesi AKP il binasına yürünmesiyle başlayan ve birkaç gün burada yoğunlaşan çatışmalara değinmeden olmaz. Özellikle burada polisin kullandığı orantısız güç, fütursuzca kullanılan gaz bombaları sonucu 18 yaşında bir genç bir gözünü kaybetti ve yüzlerce kişi biber gazından ve polisin dayağından hastanelik oldu. Çallı’daki direnişin çok koordineli olduğu söylenemez, kalabalık gruplarca gidilen ama sadece ön saflarda cansiperane direnen insanlar vardı. Öyle olunca da, buradaki direniş uzun soluklu olmadı, polisin büyük bir saldırı ve gözaltı dalgasıyla buradaki direniş kırıldı ve kitle Cumhuriyet Meydanı’na kaydı.
İstanbul’la eş zamanlı olarak, Cumhuriyet Meydanı’nda da direniş çadırları kuruldu, direnişçilerin taktığı adla “Çapul Kent”. Çadırlar, halktan yoğun ilgi gördü. Çadırlara yemek getirenlere, destek olmak için para vermek isteyenlere kadar, büyük bir ilgi vardı. Ama Cumhuriyet Meydanı haliyle farklı kalabalıklardan oluşuyordu. Direniş çadırının bulunduğu alanda sol yapılar, bağımsız gençler, taraftar grupları, LGBT yer alırken, meydanın diğer bir kısmında ulusalcı ve faşist kimi gruplar vardı.  Böyle olunca gerilim ve provokasyon yaratmak isteyenlerde haliyle fazlaydı.
Özellikle direniş çadırının sağlıklı bir şekilde işlemesi için oluşturulan komite, vaktinin büyük bir kısmını provokasyonları engellemekle geçirmek zorunda kaldı. Meydana gelenlerle direniş çadırları arasında sağlıklı bir bağ kurulamadı, planlanan etkinlikler, eylemlilikler yeterince hayata geçirilemedi. Zamanın büyük çoğunluğu provokasyonların engellenmesine harcandı. Ama en büyük provokasyonu, başta Büyükşehir Belediyesi’nin yarattığını belirtmek gerekir. Çadırlar kurulduğu andan itibaren, her on dakikada bir İstiklal Marşı ve Onuncu Yıl Marşı çalınması ortamı sürekli gerdi. Büyükşehrin bu tavrı 12 Eylül cuntacılarının tavrından farklı değildir. İnsanlar kendini Mamak veya Diyarbakır zindanındaymış gibi hissediyordu. Her on dakikada bir çalınan İstiklal Marşı insanlarda bezginlik yarattı. İstiklal Marşı’nda ayağa kalkmayanlarla kalkanlar arasında gerilimler yaşandı.
Daha sonra bu uygulamadan vazgeçilse de bu seferde alanda yer alan bazı faşist gruplar, İstiklal Marşı’nı diğerleri için bir silah gibi kullanmaya, provokasyonun aracı haline getirmeye başladı. Özellikle, alana daha sonradan çadır kuran BDP’li gençler bu provokasyonun baş hedefiydi. Kendilerini kutlamak lazım, tüm bu kışkırtmalara rağmen, direnişin selameti açısından sükûnetlerini son ana kadar korumayı başardılar.
Ne hazindir ki, çadırların büyük bir kısmının kalkmasına da yine bir İstiklal Marşı provokasyonu sebep oldu. Meydanda bir anda bitiveren dört beş kişilik bir grup, gece yarısından sabahın ilk ışıklarına kadar istiklal Marşı okuyup insanları zorla ayağa kalkmaya zorladılar. Sabırla bu provokasyondan vazgeçilmesini bekleyenler, baktı olacak gibi değil, en son grubu alandan uzaklaştırmak zorunda kaldı. Sonrasında zaten vaktinin büyük çoğunluğunu çadırların selamette kalması için harcayan komite, çadırları kaldırma kararı aldı. Zaten bir iki grup geceden çadırlarını kaldırmış, diğerleri de o olay olmasa da kaldıracaklarını beyan etmişti. Çadırların büyük kısmının kalkması ve olayların medyada yer bulmasıyla Cumhuriyet Meydanı’nın ivmesi de düştü. Olay öncesi kasıtlı olarak yayılan, nerdeyse her gecenin rutini haline gelen “polis müdahale edecek” dedikodusunun da insanları tedirgin ettiğini ve Cumhuriyet Meydanı’na gelen insan sayısını da azalttığını unutmamak lazım. Ayrıca bazı lümpen grupların çevreye verdiği zarar ve meydanda esrar satmaya ve içmeye çalışanların olması da (bunu yapanlar çadırlarda kalanlar tarafından meydandan uzaklaştırılmış ve bir daha meydana sokulmamıştır) insanları tedirgin etti. Her dakika meydanı gözleyen polislerin bu tarz gruplara özellikle müdahale etmediğini de unutmamak lazım. Meydanda adeta bir kargaşa çıkması ve bunun kamuoyuna direnişçiler bir birine düştü şeklinde yansıtılmak için az çaba harcanmadığına defalarca tanık olduk.  Burada TGB denen ulusalcı gruba da bir parantez açmak lazım, İstiklal Marşı provokasyonunu bu grup sadece seyretmiş, devrimcilere küfür edilirken gülerek izlemekle yetinmiştir. Provokatörlerin alandan uzaklaştırılmasını da sadece seyretmişlerdir. Deniz Gezmiş posteri taşımak veya Gündoğdu Marşı söylemek insanı devrimci yapmıyor.
Kısacası bütünlüklü bir şekilde başlamayan çadır direnişi, erken ve koordinesiz şekilde bitirildi. Hiç olmazsa çadırlar kaldırılırken kitlesel bir basın açıklaması yapılarak, çadırların neden kaldırıldığı ve bundan sonra nasıl bir eylemlilik süreci izleneceği hakkında kamuoyu bilgilendirilmeliydi.(Meydanda halen çadırlar var bunun içinde kimi sol yapılarda mevcut) Çadır direnişinin bu şekilde bitmesi, Antalya’daki direnişinde zayıflamasına maalesef katkı yaptı. Meydan büyük oranda ulusalcı ve kimi ırkçı gruplara kaldı. Direnişin Cumhuriyet Meydanı’ndan mahallelere kaydırılma düşüncesi de hayata geçemedi. Antalya’daki Emek ve Demokrasi Güçleri’nin bir türlü bütünlüğü sağlayamaması çadır direnişinin de en azından zayıflamasına yol açtı.
Başta da belirttiğim gibi, burada şu partinin veya bu fraksiyonu suçlamak doğru bir tutum değil. Elbirliğiyle büyütebileceğimiz bir direnişi, belki tecrübesizlikten belki başka hesaplardan büyütemedik. Ama direniş bitmedi, öğrenerek sürdürmeye devam ediyoruz. Bu direnişten sonra bazı eski alışkanlıkları ve anlayışlarımızı değiştirmeden yol almamız zor görünüyor.
Bir de aslında bu işin büyük yükünü gençlerin çektiğini unutmamak lazım, tüm eksiklere rağmen müthiş bir direniş, azim ve fedakarlık gösterdiler, direnişte ve çadırlarda devrimci dayanışmanın güzel örneklerine de tanık olduk. Direniş sürdükçe de olmaya devam edeceğiz çünkü her şey daha yeni başlıyor.  

27 Mayıs 2013 Pazartesi

Antalya L Tipi Cezaevi İkinci Pozantı Mı?



Pozantı Cezaevi’nde 2012 yılında yaşananlar, ülke gündemine bomba gibi düşmüştü.
Cezaevinde kalan çocuk tutuklu ve hükümlülere diğer mahkûmlar tarafından tecavüz edildiği, cezaevi yönetiminin de buna göz yumduğu ortaya çıkmıştı. Bu olay daha hafızamızdaki tazeliğini korurken, benzer bir olayın Antalya L Tipi Cezaevi’nde yaşandığı iddia ediliyor.
Antalya Cezaevi, daha önce de işkence ve kötü muamele iddialarıyla gündemdeydi. Mahkûmlara özellikle de siyasi mahkûmlara kötü muamele ve işkence ediliyordu. Bu yüzden cezaevinde kalan siyasi mahkûmlar, kötü muamele ve işkenceyi protesto için geçen yıl açlık grevine gitmişlerdi. Bu olayların ardından şimdi de Antalya L Tipi Cezaeviyle ilgili yeni iddialar var. Hem de tüyler ürpertici iddialar.
Evrensel Gazetesi’nin haberine göre, geçen ay cezaevinden tahliye olan ve ismini açıklamak istemeyen eski bir mahkûmun iddiaları tüyler ürpertici. İddiaya göre, Pozantı mağduru olup, Pozantı’dan Antalya L Tipi Cezaevi’ne sevk edilen çocuklardan S.Ö, hem çocuk kovuşun da hem de 18 yaşını doldurduktan sonra geçtiği yetişkin kovuşunda defalarca tecavüze uğradı. İddiaya göre, kovuş sorumlusu Z.Y isimli şahıs, S.Ö adlı çocuğa üç ay boyunca tecavüz etti. Çocuğun dayanamayıp, olayı diğer mahkûmlara anlatmasıyla olay açığa çıktı. Fakat bu seferde, olayı diğer mahkûmlara anlattığı gerekçesiyle gardiyanlar tarafından feci şekilde dövüldü. Gardiyanlar olayı örtmek için, S.Ö’nün Pozantı Cezaevi’nden geldiğini, orada tecavüze uğradığını, yalan söylediğini ve iftira attığını söyleyerek, mahkûmlar üzerinde baskı kurdukları da iddialar arasında. Ayrıca, olay büyümesin kapatılsın diye de Z.Y isimli mahkûm da Eskişehir’e sevk edilmiş.
Ancak iddialar bununla da sınırlı değil, S.Ö dışında 10 çocuğun daha tecavüze uğradığı iddia ediliyor.  Bu haberlerin üzerinden 20 gün geçti ama cezaevi yönetiminden tek bir açıklama yok. Cezaevi yönetimi hakkında açılmış tek bir idari soruşturma yok. Yoksa Pozantı olayında olduğu gibi, devlet yine tecavüze göz yumanları koruyup terfi mi ettirecek?  Bu iddialar suskunlukla geçiştirilemez, derhal araştırılmalı ve bu olaya göz yumanlar hakkında gerekli yasal işlem yapılmalıdır.