7 Mart 2025 Cuma

KADINLARIN BİN YILDIR SÜREN EŞİTLİK VE ÖZGÜRLÜK MÜCADELESİ

Bugün 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü… 1908’de New York’ta binlerce tekstil işçisi kadın daha kısa çalışma saatleri, daha iyi ücret ve daha iyi çalışma şartları için greve çıktı. Amerikan polisinin greve yanıtı; şiddet oldu. Polisin saldırısı sonucu 129 kadın hayatını kaybetti. Katliamın birinci yılında Amerika Sosyalist Partisi 8 Mart’ı “Ulusal Kadın Günü” ilan etti. 1910 yılında Danimarka’da toplanan 2. Enternasyonal’e bağlı kadınlar toplantısında Alman Komünist Clara Zetkin 8 Mart’ın tekstil fabrikasında ölen kadınlar anısına “Dünya Kadınlar Günü” olmasını önerdi. Öneri oy birliğiyle kabul edildi.

8 Mart’ın “Emekçi Kadınlar Günü” olarak kabul edilmesi ise Moskova’da 1921’de gerçekleşen 2. Uluslararası Komünist Kadınlar Toplantısında gerçekleşti.

Ancak kadınların eşitlik ve özgürlük mücadelesinin tarihi binlerce yıl öncesine kadar dayanıyor. Erkekler tarafından sürekli ikinci planda görülen, özgürlükleri kısıtlanan, hakları ellerinden alınan kadınlar dünyanın hemen her yerinde var olma mücadelesini sürdürmüştür. Kimisi dinsel otoriteye, kimisi diktatörlere başkaldırmış nice kadın tarihe adlarını yazdırmıştır. Bu yazıda bugün adları çok hatırlanmayan bu kadınlardan üçünün hikâyesini anlatacağım.

İlki Antalyalı hemşehrimiz olan, Bizans döneminde yaşamış Pergeli Azize Matrona. Bizans’ta kadın erkek rolleri çok katı çizgilerle belirlenmişti. Hristiyanlığın önemli bir yer tuttuğu Bizans’ta erkek egemenliğin hâkim olduğu kiliseye göre kadınlar uzak durulması gereken varlıklardı. Çünkü kadınlar doğaları gereği din adamlarını ruhani hayattan uzaklaştıran baştan çıkarıcılar olarak görülüyordu. Bu yüzden kadınlar dini hayatın da dışında tutuluyordu. Birçok kadın erkek kılığına girerek Manastır hayatı yaşayabiliyordu. İşte Pergeli Azize Matrona’da o kadınlardan biriydi. Matrona İmparator 1. Anastasios’un dini politikalarına karşı durmuştu. Sıradan bir ortamda yetişmiş, evlenip bir kız çocuğu sahibi olmuştu. Matrona dini konularda kocası ile ters düşmüştü, kocasının baskılarından bunalan Matrona 25 yaşına geldiğinde kocasını ve yaşadığı yeri terk ederek Kostantinopolis’e geldi. Burada önce kadınlar manastırına sığındı ancak kocasının kendisini burada bulacağını düşünerek, ondan kurtulmak için erkek kılığına girerek bir erkek manastırına sığındı. Saçlarını kestirip giysilerini değiştirdi ve Babylas adını aldı. Ancak kulağının delik olması fark edilince kimliğinin açığa çıkma tehlikesi belirmişti. Matrona başlarda bu durumu idare etse de başrahip durumu anlayınca onun daha fazla manastırda kalamayacağına karar vererek onu Suriye’ye gönderdi. Ancak Matrona’nın ünü çoktan etrafa yayılmıştı. Onu kaçtığı günden beri amansızca arayan kocası da karısının ününü duymuştu. Kocasının kendisini bulma riski belirince Matrona bu seferde Suriye’yi terk ederek, Beyrut’ta bir pagan tapınağına sığındı. Matrona’nın başı burada da dertten kurtulmadı, birçok paganı Hristiyan yapması paganların tepkisini çekti ayrıca kocası izini Beyrut’ta da bulmuştu. Matrona bir kere daha Kostantinopolis’e dönmek zorunda kaldı. Burada gösterdiği bilge kişilik onu Azize mertebesine yükseltti. O artık Azize Matrona’ydı. Azize Matrona kocalarından şiddet gören kadınların erkek kılığına girip saklanacağı bir de manastır kurdu. Hayatının geri kalanını manastırda geçirdi ve 100 yaşında öldü.

Kutsal kitaplarda peygamberlerin eşlerinden, annelerinden, onlara akraba olan kadınlardan bahsedilir. Bazı kutsal kitaplarda peygamber olduğu belirtilen kadınlar da vardır. Ama şimdi anlatacağımız kadının hikayesi hiçbir kutsal kitapta geçmez. Hatta İslam tarihinde yalancı peygamber olarak adlandırılır. Hikayesini anlatacağım kadının adı Secah. Mezopotamyalı olan Secah Hz. Muhammet’in ölümünden sonra peygamberliğini ilan etmiş, etrafında hatırı sayılır bir kitle toplamıştır. Peygamberlik ilan etmeden önce Hristiyan ve kahin olduğu bilinmektedir. Peygamberliğini ilan eden Secah bu uğurda birçok savaş yapmış ama bu savaşlardan yenilgiyle ayrılmıştır.  Bazı kaynaklar Secah’ın peygamberlik iddiasının Hz. Muhammet hayattayken başladığını iddia eder. Secah kadınların da peygamber olabileceğini iddia ederek, peygamberlik iddiasında bulunmuştu. Dini bilgilere sahip, şair ve hükmetme kabiliyetine sahip Secah üst üste kaybettiği savaşların ardından peygamberlik iddiasını daha fazla devam ettirememiştir. Hatta daha sonra Müslüman olmuştur. Arabistan gibi bir bölgede bir kadının bu derece kuvvet ve nüfus elde etmesi oldukça hayret vericidir. Hz. Muhammet sonrası peygamberlik iddiasında bulunan birçok erkek ve onların müritleri kanlı bir şekilde ortadan kaldırılırken, Secah hayatta kalmayı başarmıştır. 

Bugün adları çok fazla anılmayan Vietnam’ın cesur kadın kahramanları, Trung kız kardeşler… 150 yıl boyunca Çin işgalinde olan Vietnamlılar MS 40 yılında cesur Trung kardeşler sayesinde ayaklandılar. Bağımsızlıkları ve özgürlükleri için savaşmaya başladılar. Büyük bir orduyu komuta ederek Çinlileri yendiler. Kendilerini ortak kraliçe ilan ederek, ülkeyi yönettiler. Ancak üç yıl sonra Çinliler Vietnam’ı tekrar işgal ettiler. Trung kardeşler Çinlilere teslim olmak yerine nehre atlayarak, boğulup öldüler. Onların direnişçi ruhu her zaman Vietnamlılara ilham verdi. Fransız sömürgeciliği ve ABD işgalinde de Trung kardeşlerin hikayesi sıradan Vietnamlılara ilham vermeyi sürdürdü. Trung kardeşler sadece Vietnamlılara değil, kadın savaşçılara da ilham oldu ve olmaya devam ediyor. 

Kadınların asırlardan gelen eşitlik ve özgürlük mücadelesi bugün de 8 Mart’ta hayat bulmaya devam ediyor.

Kaynaklar:

Bizans Tarihi – Timothy E. Gregory

İslamdan Döneler ve Yalancı Peygamberler – Bahriye Üçok

İslam Devletlerinde Türk naibeler ve Kadın Hükümdarlar – Bahriye Üçok

Wikipedia

Britanica 


31 Mayıs 2024 Cuma

NURHAK - METİN LOKUMCU VE GEZİ

 Metin Lokumcu 13 yıl önce bugün Hopa'da polisin gaz bombalı saldırısında öldürüldü. Metin öğretmen Karadeniz'in doğasının HES'lerle talanına karşı direniyordu. O gün Erdoğan Hopa'ya gelecekti, kitlesel bir protesto yaşanıyordu, devlet tüm gücüyle protestoculara saldırdı ve Metin öğretmen hayatını kaybetti. Erdoğan’ın Metin Lokumcu'ya kini hiç bitmedi, " Eşkiya bugün Hopa'ya inmiş" dedi miting meydanlarında Metin öğretmeni yuhalattı, canlı yayında Metin Lokumcu'nun akrabası da olan Ruşen Çakır konuyu açıp " ama öldü efendim " dediğinde ruhsuz şekilde verdiği " bilmem" cevabı halen hafızalarda.

Metin Lokumcu’nun ölümünün ardından açılan dava halen sonuçlanmadı, sorumlular hesap vermedi, adalet yerini bulmuş değil, bulacağa da benzemiyor. Devletin ve mahkemelerin bu tarz davalardaki tutumumu hepimizin malumu.

Metin öğretmenin ölümden iki yıl sonrada Gezi isyanı yaşandı ne tesadüftür ki Gezi isyanı da bir doğa ve yaşam alanı savunusundan başladı. Aslında bu tesadüf bile Gezi için “kendiliğinden gelişen bir harekettir” diyenlere en güzel yanıttır. Gezi isyanı kendiliğinden olmamıştır, onun arkasında bir mücadele sürekliliği vardır. Üniversite öğrencilerinin parasız eğitim mücadelesinden, kadınların hakları ve hayatları için verdiği mücadeleden, TEKEL işçilerinin çadır direnişinden, 1 Mayıs’ı Taksim inadından, dereleri ve doğaları için direnen köylülerden alınan güçle patlamıştır Gezi isyanı.

İktidar cenahı sürekli Gezi isyanın arkasında sürekli “ dış güçler” arıyor. Aramasına gerek yok Gezi’nin arkasındaki asıl güç yukarıda saydıklarımdır, yani öğrenciler, kadınlar, köylüler, işçiler kısacası Gezi’nin arkasında koca bir halk vardı. İktidarın ve Erdoğan’ın bitmeyen Gezi korkusu da bu gerçeği bilmelerinden. Halkın aynı kararlılık ve birleşik güçle tekrar ayağa kalka bileceğini biliyorlar.

Toplumsal muhalefetse henüz o güçte değil. Maalesef Gezi’den sonra bu mücadele inadı ve kararlılığını kaybettik. Evet halen mücadele edenler var ve etmeye devam ediyoruz ama aynı güçte değiliz. Ama bu kısır döngüyü kıracak güç ve birikim bizde mevcut. Yeter ki içinde bulunduğumuz ataletten silkinip kendimize gelelim. Sandığa sıkışmış muhalefet anlayışından kurtulalım. İktidarı asıl sarsacak gücün sandıkta değil sokak da olduğunu tekrar kavrayalım.

31 Mayıs bizim mücadele tarihimiz için önemli bir gün Metin Lokumcu ve Gezi’yi hatırladıktan sonra Nurhak’ta kaybettiğimiz Sinan Cemgil, Kadir Manga ve Alpaslan Özdoğan’ı saygıyla anıyoruz. 68 Kuşağı ve Türkiye devrimci hareketinin öncü isimlerinden Sinan Cemgil, Kadir Manga ve Alpaslan Özdoğan’ın Nurhak’ta katledilmesinin üzerinden 53 yıl geçti. Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın idam edilmesini önlemek için Malatya Kürecik’te ki Amerikan radar üssüne baskın yapmaya Nurhak’a giden devrimciler, 31 Mayıs 1971’de çıkan çatışmada katledildiler.

Kürecik radar üssü bugün de halen emperyalizmin hizmetinde buradan alınan bilgiler anında Siyonist İsrail rejimine iletiliyor ve hem Siyonist İsrail’in güvenliği sağlanıyor hem de Filistin halkının katliamına yardımcı olunuyor.

İktidar sahipleri emperyalizme ve siyonizme hizmete devam ediyor, bizlerde Nurhak’tan, Gezi’den ve mücadele tarihimizden aldığımız güçle onlara karşı mücadele etmeye devam edeceğiz.

  

20 Mayıs 2024 Pazartesi

“ALİ HAKLI AMA MUAVİYE’NİN PİLAVI DAHA YAĞLI”

 

İlknur Altıntaşın “Kabenin Oğlu Ali” romanının üçüncü cildi geçtiğimiz günlerde okurlarıyla buluştu. Tarihsel gerçeklere sadık kalınarak yazılan roman sizi bir çırpıda içine çekiyor hızla sona geliyorsunuz. Tarihi romanları okumanın bir zorluğu var, olayların nasıl sona ereceğini biliyorsunuz ve okurken sürekli acaba bu olay farklı sonuçlansa tarihin akışı nasıl olurdu sorusu kafanızın içinde dönüp duruyor.

Kitabı okudukça bin yıllardır hiçbir şey değişmemiş gibi

Balami'nin Sıffin Savaşı Tasfiri

hissediyorsunuz. Dün S
ıffin’da mızrakların ucuna Kuran sayfalarını asanların yerini bugün seçim meydanlarında ya da ekran karşısında eline Kuran, İncil ve Tevrat alıp insanları manipüle edip kandırmaya çalışanlar aldı. Politikacısından, sanatçısına ve sporcusuna varana kadar herkes bu aldatmanın tadına varmış durumda ve bunu sonuna kadar kullanıyorlar.

Dün kralların, sultanların kirli işlerini gören çıkarcı kurnazlar bugün de hayatımızın içinde. Onca zalimlik yaşanırken haksızlık varken, gerçeğin ve haklının kim olduğunu bilmelerine rağmen “ Ali haklı ama Muaviye’nin pilavı daha yağlı diyerek zalimin sofrasında o yağlı pilavdan iki kaşık daha fazla  yiye bilmek uğruna zalimliğe göz yumanlarla çevrili etrafımız.  

Dinlerin de bir resmi tarihi var, bizim bilmemizi istedikleri kadarını anlatıp hakikati halının altına süpürdükleri bir tarih. Bu tüm dinler için geçerli. Ama konumuz burada dinler tarihi değil.

İlknur Altıntaş'ın Kabe’nin Oğlu Ali üçlemesi bize anlatılan bu resmi din tarihini tamamen olmasa da büyük oranda ters düz ediyor. Egemen sınıfların ihtiyacına göre yalan, tahrifat ve yok saymayla oluşturulmuş bu din tarihini özellikle Dördüncü Halife Ali üzerinden bize gösteriyor.

Ali burada eşitliği, adaleti  ve bilgeliği temsil ediyor, iktidar da kalmak için her yolun mübah olmadığını hak ve adalet ne gerektiriyorsa ona sadık kalan bir figürü görüyoruz. Onun karşısında olanlarsa tam tersi bir durumu görüyoruz, iktidarda kalmak uğruna her şeyi yapan kişiler. Bu kişiler resmi din tarihinin bize kutsal kişiler diye sürekli anlattığı insanlardan oluşuyor. Okudukça insanlara yıllarca adaletin simgesi siye yutturanların aslında adaletsizliğin ana kaynağı olduğunu, adam kayırmacılığı, nepotizmi açıkça görüyoruz. 

Peki yılardır bu hakikatler neden insanlardan gizleniyor çünkü geçmişi istedikleri gibi şekillendirirlerse bugünü ve yarını da aynı şekilde şekillendire bilirler. O yüzden Muaviye hazreti payesi veriyorlar ki bugün ki ve yârinki Muaviyelere de verebilsinler. Muaviye’nin açtığı yoldan kendileri de rahatça yürüyebilsinler.  


O nedenle uydurdukları bu tarihe sımsıkı sarılıyorlar, İlknur Altıntaş arı kovanına çomak sokarak sımsıkı sarıldıkları yalan tarihi ters düz ediyor. Hakikate sahip çıkarak yalanlar ve tahrifatlar üzerine imal edilmiş resmi din tarihini teş
hir ediyor.

1 Haziran 2023 Perşembe

DOĞRU TEDAVİ İÇİN DOĞRU TEŞHİS GEREKİR.


Seçimler bir kere daha AKP’nin galibiyetiyle sonuçlandı. Haliyle muhalefet bloğunda büyük bir üzüntü ve hayal kırıklığı yaşanıyor. Herkes kendine "neden böyle oldu?" diye soruyor. Gerçekten neden böyle oldu? Bu kadar elverişli şartlar varken neden seçim kazanılamadı?


Tabi ilk cevap haliyle aday üzerine oluyor. Oysa adaydan çok adayın ve muhalefetin neyi yapıp yapmadığına odaklanılırsa "neden böyle oldu?" sorusuna doğru cevap bulabiliriz. Öncelikle doğru tedavi için doğru teşhisi koymalıyız. Bu nedenle önce kendimizi AKP kazanmadı yalanından bir kurtaralım. Evet, AKP kazandı ama nasıl kazandı, onun kazanmasına neler yol açtı ona bakalım.

1. AKP’nin bunca krize ve olaya rağmen kazanmasının baş nedeni özellikle meclis muhalefetinin uyguladığı toplumu sokaktan uzak tutma ve sandığa mahkum etme stratejisidir. Bu strateji maalesef Gezi İsyanının ardından sistematik şekilde yürütülmektedir. "Aman sokağa çıkmayın AKP’ye yarar, aman buna itiraz etmeyin AKP mağduru oynar" gibi akla ziyan stratejiler toplumu sandığı bekleyen muhalefet olmayı sadece beş yılda bir oy vermek sanan insan yığınlarına çevirmiştir. Anayasaya göre aday olmaması gereken Erdoğan’a sırf mağduru oynamasın diye göz yumuldu. SOL Parti, TİP ve bir miktarda İYİP dışında itiraz eden olmadı. Öncesinde "AKP’ye koz vermeyelim" diye dokunulmazlık oylamasında Anayasaya aykırı ama evet diyeceğiz dendi. Topluma sürekli “diktatörü sandıkta göndereceğiz" diye yalan umutlar pompalandı. 

Benim gibi 40 yaş kuşağı çok iyi hatırlayacaktır. AKP’nin ilk iktidar olduğu 2002 seçimleri öncesi yükselen toplumsal muhalefet, işçi, esnaf ve memur eylemleri öğrenci hareketleri DSP-MHP-ANAP iktidarını gerileten asıl unsurlardı. AKP’nin ileri demokrasi maskesini söküp atan onun gerçek otoriter yüzünü ortaya çıkaran da Gezi İsyanı olmuştu. Demek ki sokak sandıktan daha güçlü bir muhalefet aracı. Eğer bu aracı doğru kullanırsanız sürekli sağa dönmek zorunda kalmazsınız, toplum kendi yüzünü sola çevirir.

2. Diğer önemli bir yanlış AKP’yi sıradan bir parti sanmak. Özellikle yaşanan pandemi, ekonomik kriz ve depremin ardından AKP’nin DSP gibi bir anda çözüleceği sanılıyordu. Oysa AKP 21 yıldır iktidarda kendisi devlet olmuş bir parti. Seçimi kaybetseydi bile çok ufak bir farkla kaybedecekti. Muhtemelen 2019 İstanbul seçimleri gibi bir sonuç olacaktı. Öyle bile olsa AKP devlet içinde kadrolaşması, bürokrasi aygıtı içindeki örgütlenmesiyle mevcut iktidara büyük bir direnç gösterecekti. Herkes "nasıl oluyor da AKP anketlerde yüzde 40’dan aşağı düşmüyor" diye soruyordu. Aslında bu bir bilinmezlik değildi. AKP sosyal yardım ağıyla yoksulluğu yönetiyor ve yoksulları kendine mecbur bırakıyordu. Bugün 15 Milyon kişi sosyal yardım alıyor. Bu rakamın içinde büyük bir bölüm de hiçbir üretim ilişkisi içinde değil ve sadece sosyal yardımla geçiniyor. Bugün sadece bu kitlenin AKP’ye oy vermesi bile yeter. Ayrıca AKP son bir yıldır Sosyal Hizmetler İl Müdürlükleri eliyle yardım verdiği tüm aileleri birebir dolaşıyor. Sosyal Hizmetler İl Müdürlüğü birçok ilde AKP İl Başkanlıklarına bağlı desek yanılmış olmayız.

3. Ekonomik krizi doğru tahlil edememek. Türkiye ciddi bir ekonomik kriz yaşıyor bu bir gerçek. Ama kriz tüm ülke sathına yayılmış bir kriz değil. Ekonomik kriz daha çok büyükşehirlerde yaşayan insanlarımızı etkiliyor. Antalya’da küçücük bir eve 10 bin lira kira ödeyen bir yurttaşla Yozgat’ta 2 bin lira kira veren yurttaş aynı krizi yaşamıyor. Yukarıda değindiğimiz sosyal yardım mekanizmaları ve başka etmenlerle büyükşehir dışında kalan alanlar krizi nispeten daha hafif yaşıyor. Haliyle de iktidardan tam anlamıyla ümidini kesmiyor. Buna rağmen kriz seçime etki etmemiş değil, etki etti. Krizi en çok yaşayan metropol illerde AKP ciddi oy kaybetti ve birinci parti olamadı.

4. Twitter aldatmacası. Muhalefet toplumu sokaktan çekerek adeta sosyal medyaya mahkum etti. Sokakta hak arayamayan yurttaş sesini ancak twitterdan duyurur hale geldi. Ancak bu da bir yanılsamaydı. Bugün sosyal medya etkin bir güç olsa da toplumun büyük bir çoğunluğu halen geleneksel olarak televizyon izleyicisi. Toplumun yüzde 15’ine tekabül eden bir kitle twitter kullanıyor. Ancak muhalefet bütün bir toplum twitter kullanıyormuş gibi hareket ediyor. Diyeceksiniz ki televizyonlar tamamen iktidarın kontrolünde. Evet doğru. Ama sosyal medyada sadece twitterdan ibaret değil. Maalesef muhalefet twitter dışındaki hiçbir sosyal medya platformunda da güçlü değil. Haliyle twitterda anlattığınız twitterda kalıyor hatta çoğu zaman AKP’li troller tarafından boğulduğu için anlatmak istediğiniz kendi kitlenize bile geçmiyor. Hal böyle olunca AKP yalanla ve montaj videolarla halkı bir güzel manipüle edebiliyor. O nedenle aday Kılıçdaroğlu değil de başkası olsaydı da aynı şeyler yapılacaktı. Kılıçdaroğlu gibi akçeli işleri olmayan birine bunu yapanların diğer aday olacaklara neler yapacağını varın siz düşünün.


Daha birçok gerekçe ve şey yazılabilir ve yazılacak. Uzun süre daha tartışılacaktır. Ama bu seçimin en büyük dersi toplumu siyasallaştırmadan, siyaseti toplusallaştırmadan başarılı olunamayacağıdır. Bundan da ders alınmazsa beş yıl sonra karşımızda bir sandık bile göremeyebiliriz. Artık halkı kandırmayı bıraksınlar. Seçimle gönderilmiş bir “diktatör” dünya üzerinde yoktur. Halen süren ekonomik krizin Erdoğan’ın ayağına dolanacağı ve erken seçime gidileceği konuşuluyor. Ya krizden çıkarsa ne yapacaksınız? Halen yanlış kurtarıcılara bel bağlanıyor. Artık hatalarımızdan ders çıkaralım ve yolumuza öyle devam edelim. 


Sosyalistler olarak toplumun nefes alması, önüne yeni bir yol açılması için hiçbir şey beklemeden büyük bir fedakarlıklar yaptık. Ancak son kertede bizde bu yenilgiye ortağız.

Şimdi bize düşen yılgınlığın teorisini yapmak değil, toplumun üzerine çöken bu karanlığı ve yılgınlığı dağıtacak, halka gerçek kurtuluşun düzen muhalefetinde değil bizlerde olduğunu gösterecek yeni bir yol açma zamanı.

16 Nisan 2022 Cumartesi

Mülteci Göçünün Sebebi Savaş ve Yıkım Politikalarıdır

 

Ülke gündemi günlerdir düzensiz göç ile Türkiye’ye girmiş olan Afgan ve Pakistanlı erkeklerin kadınlara yönelik taciz videolarını tartışıyor. Kadınlar için adeta cehenneme dönmüş olan ülkemizde bu videolar haliyle infial yarattı. Geriye bıraktığımız 2021 yılında her gün bir kadının öldürüldüğü, 700’ün üzerinde kadının şiddete uğradığı ülkemizde, İstanbul Sözleşmesi’nin de kaldırılmasıyla kadınlar zaten tedirginlik içinde yaşıyor. Bu görüntüler bu tedirginliği daha fazla artırıyor. Milliyeti ne olursa olsun kadınlara yönelik bu tarz taciz videolarının çekilmesi kabul edilemez.

Bu videolarla beraber mülteci meselesi ülkemizin yine ana sorunu oldu. Bu konu öyle genel geçer sözlerle geçiştirilecek bir durum değil. Öncelikle bu sorunun ana kaynağını doğru tespit etmemiz gerekir.

Ülkemizde yaşanan mülteci sorununun ana sorumlusu, mültecilerin geldiği ülkeleri savaş ve yıkım politikalarıyla yerle bir eden ABD ve onun müttefikleridir. Irak’tan Suriye’ye, Afganistan’dan Libya’ya kadar bütün bölge savaşlarla yaşanmaz hale getirildi. Milyonlarca insan yerinden yurdundan edildi. Binlerce insan öldü, milyonlarca insan ülkelerini terk etmek zorunda kaldı.

Bu sorunun diğer bir sorumlusu ise bu savaş politikalarını destekleyen ve sınırsız destek veren Neo-Osmanlı hayalleri kuran AKP iktidarıdır. Hatırlayalım Ahmet Davutoğlu’nun Dışişleri Bakanı olduğu dönemde “Suriye’den gelen mülteci sayısı yüzbinleri bulursa, BM tampon bölgeye müsaade eder” savıyla sınırlar hiçbir hazırlık ve plan olmadan açıldı. BM’den böyle bir karar da asla çıkmadı. Ardından ülkemizin sınırları adeta cihatçı otobanına döndü. Suriye’de ve Libya’da süren savaşlara her türlü cihatçı ülkemizden taşındı. IŞİD üyeleri kontrolsüz sınırlardan rahatça geçip ülkemizde katliamlara imza attı.

Diğer bir sorumlu AB ve onun AKP iktidarı ile yaptığı geri kabul antlaşmasıdır. Bu antlaşmayla ülkemiz adeta mülteci deposu haline getirilmiştir. Ülkemize gelenlerin ana hedefi, AB ülkelerine gitmek. Türkiye aslında mülteciler ile AB ülkeleri arasında bir köprü ülke durumundaydı. Ama geri kabul antlaşmasıyla mülteci hapishanesine dönüştü. Para karşılığında, AB bu antlaşma ile ülkemizi mülteciler için hapishaneye, AKP’yi de bu hapishanenin gardiyanına çevirmiştir.

Başka bir sorumlu ise sermaye sınıfı ve patronlardır. Ülkemizdeki mülteciler ucuz iş gücü olarak kullanılmakta, her türlü güvenceden yoksun şekilde çalıştırılmaktadır. Bu durum patronlar tarafından övünülecek bir durum gibi anlatılmaktadır.

Ülkemizdeki mülteci konusunu tartışırken yukarıda bahsettiğimiz sebeplere bakmazsak varacağımız yer ırkçılık batağı olur. Mülteciler konusunu çözmek istiyorsak, öncelikle yapılması gereken bölgemizdeki savaş politikalarına son vermektir. Bölgede barışı tesis edecek politikalar geliştirilmelidir.

AB ile imzalanan ve bir utanç belgesi olan geri kabul antlaşması derhal iptal edilmelidir. Mültecilerin başta AB ülkeleri olmak üzere üçüncü ülkelere güvenli geçişi sağlanmalıdır.  AB yıkımına katkı yaptığı ülkelerden gelen insanların yükünü de çekmek zorundadır. Parayı veririm gerisine karışmam gibi bir politika kabul edilemez.

Ülkemizde vatandaşlık almış burada doğmuş büyümüş insanların ülkemize uyum sağlaması için gerçekçi bir program hızla hayata geçirilmelidir. İş gücünde bulunan insanlar için güvenceli iş ortamı sağlanmalıdır.

Bunlar yapılmadığı takdirde ülkemizdeki gerilim tırmanmaya devam edecektir. Türkiye büyük bir ekonomik krizin pençesindedir. AKP her türlü demokratik zemini tıkadığı için, krizle birlikte toplum derin bir sıkışmışlık yaşıyor. Ekonomik krizin getirdiği bu sıkışmışlık, rahatlıkla mülteci nefretine yönlendirilecek durumdadır. Bu durum hem iktidarın hem de mülteci karşıtlığını kışkırtan ırkçı partilerin işine gelmektedir. Türkiye gibi 6-7 Eylül’ü, Maraş, Gazi, Sivas katliamlarını yaşamış bir ülkede bu kışkırtmaların nereye varacağı bellidir. Bu nedenle mülteciler konusu Ümit Özdağ gibilere bırakılmayacak kadar önemli bir konudur. Genel geçer laflarla değil, gerçekçi bir program ve taleplerle halka doğru anlatılmalıdır.

26 Haziran 2021 Cumartesi

ARKEOLOJİYİ SAVUNACAĞIZ

 

Yeni Şafak Gazetesi yazarı Yusuf KAPLAN gazetedeki köşesinde Arkeolojiyi ve Arkeolojik kazıları hedef alan bir yazı kaleme aldı. Yusuf Kaplan’ın “Arkeolojik emperyalizm,  bu topraklardan İslâm’ın izlerini siliyor ama biz uyuyoruz yine!*” başlıklı yazısı bir gericinin hezeyanları olarak değerlendirilerek geçilebilecek bir yazı değil. Bu zihin dünyası bugün iktidarda ve tüm bu toplumu her alanda esir almak istiyor. Arkeolojide bundan muaf değil maalesef.

Arkeolog Halid Esad 18 Ağustos 2015'te Palmira Antik Kentinde IŞİD tarafından katledildi

Yusuf Kaplan yazısına “Arkeoloji; sona ermiş, bitmiş bir tarihin korunması bilimi olarak kabul edilir. Tam anlamıyla hurafedir bu! Üstelik de en masumane gözüken çağdaş hurafelerden biri!

Arkeoloji, savaşmadan tarih yapmanın en kestirme yoludur. Tarihi çarpıtmanın ve yeniden yazmanın... Başkalarına tarih dayatmanın... Dahası, senin atalarının yaşamadığı bu imal edilmiş tarihi, dünyaya satmalarının...” gibi bilimsellikle uzaktan yakından ilgisi olmayan bir arkeoloji tanımı yapıyor.

Öncelikle kendisine arkeolojinin ne olduğunu hatırlatarak başlayalım. Arkeoloji kelime manasıyla eskinin bilimidir. Eski medeniyetleri maddi kalıntılar yolu ile inceleyen bir bilimdir. Eski çağlardan günümüze kalmış her çeşit eserin incelenmesi arkeolojinin alanına girer. Somut kalıntılardan dolayı arkeoloji geçmişteki insan emeği olarak da tarif edilir. Tarih ile devamlı işbirliği halindedir. Jeoloji, Antropoloji, Filoloji, Sanat Tarihi gibi birçok bilimden de faydalanır**.

Bu arada belirtmeden geçmeyelim; Türk Dünyası ve Ortaçağ Arkeolojisi ya da Türk-İslâm Arkeolojisi gibi ana bilim dalları da ülkemizde eğitimlerine devam ediyor. Yani böylesi bir köşe yazısını kaleme alma yeteneği olan bir yazardan bu küçük nüansları bilmesini de beklerdim. Sözüm ona karşısında durduğu kavramın ne olduğunu bilmesi için.

Arkeolojiyi, geçmiş zaman ölçeğiyle ve somut kalıntılara dayanarak, uygarlığın gelişim sürecini geleceğe katkıda bulunmak amacıyla anlamaya ve yorumlamaya çalışan bilim dalı olarak da tanımlayabiliriz.

“Binlerce yıldır bir imbikten süzülürcesine doğanın ve onun bir parçası olan insanın ellerinden çıkan materyal kültür kalıntıları aracılığıyla nereden nereye geldik ve nereye gidiyoruz?” Sorularının cevaplarını arayan, bir nevi gelecek mühendisliği çalışmaları olarak yapılan arkeolojik çalışmalar ve yayınların batı merkezci bir eksende kalıp toplumumuzun kullanımına sunulamamasının başat faktörleri arasında kavram karmaşasını hayatının her alanında yaşamakta olan bu zihniyetin temsilcileri bulunmaktadır. Geçmeyen, geçmiş olarak da adlandırılabilecek olan geleneklerden tutun da salgın hastalıkların reçetelerine kadar hemen her şey aslında arkeolojik, numismatik, epigrafik kaynaklar ve sözel bellek aracılığıyla günümüze ulaştı. 

Arkeolojinin amacı sadece geçmişe ait bir şeyler bulmak değil, geçmişi anlamak ve ortaya çıkan bilgiyi günümüzde yaşayan insanların kimliklerini zenginleştirecek, onların uygarlık süreci içinde yerlerini anlamalarına, bunun önemini hissetmelerine yardımcı olacak şekilde kullanmak ve bu birikimi gelecek kuşaklara aktarmaktır. Kısaca arkeolojiyi bir zaman laboratuvarı olarak da tanımlayabiliriz***

Biraz uzun bir tanım oldu ancak arkeolojinin ne olduğunun iyi kavranması Yusuf KAPLAN gibi gericilerin safsatalarına cevap olması açısından önemli. Devam edelim.

Yusuf KAPLAN yazısında arkeoloji eliyle Anadolu’nun “İslami köklerinden“ koparılmak istendiğini, yapılan kazılarla “İslam’ın izinin silinmek” istediğini iddia ediyor. Bütün bir yazı bunu temellendirmek için yazılmış. Arkeolojinin öyle bir niyeti olsa yeryüzünde tek tanrılı bir din zaten kalmaz. Arkeoloji kimsenin diniyle uğraşmaz, herhangi bir dinin izlerini tarihten silmek için uğraşmaz.

Yusuf KAPLAN arkeolojinin tanımını bilmediği gibi ülkemizde arkeolojinin gelişim sürecinden de bihaber. Ülkemizde arkeoloji, Yusuf KAPLAN ve diğer İslamcıların torunu olduklarını iddia ettikleri Osmanlı Döneminde gelişmeye başlamıştır. Osman Hamdi Bey sayesinde Arkeoloji 19. Yüzyılın ortalarında sağlam temellere oturmaya başlamıştır. Osman Hamdi Bey’in açtığı yoldan genç Türkiye Cumhuriyeti’ de ilerlemiş ve 1932’den itibaren bilimsel temelli arkeolojik çalışmalar Ankara ve Çorum illerinde gerçekleştirilmeye başlanmıştır.

Yusuf KAPLAN gibilerin arkeoloji ile derdi boşuna değildir. Onlar bu coğrafyanın tarihini ve geçmişini yok saymak istemektedirler. Arkeoloji bu topraklardan İslam’ın izini silmek istemiyor ama Yusuf KAPLAN ve onun IŞİD zihniyeti insanlığın geçmişten günümüze ürettiği tüm güzellikleri yok etmek istiyor. Başta ülkemiz olmak üzere, tüm dünyayı çoraklaştırmak istiyorlar. Onların tarih anlayışı 1071 ve 1299 ile sınırlıdır. Onun dışındakileri hep yok saymak istiyorlar.   

Ülkemizde son dönemde kültürel mirasımıza yönelik fiili saldırılar da müzelerin içinin boşaltılması da bu zihniyetin bir tezahürüdür. Definecilerin, Taliban’ın, IŞİD’in balyozla, dinamitle, bomba ile yaptığı yıkıntıyı Yusuf KAPLAN da kalemiyle yapmaktadır.

Arkeoloji, eskinin bilimidir. Geçmiş yaşanmıştır, değiştiremeyiz ama gelecek bizim ellerimizde.  Yusuf KAPLAN ve onun zihniyetine karşı kültürel mirasımızı ve arkeolojiyi sonuna kadar savunacağız. O ise Batı’nın atmaya çalıştığı en belirgin kazıklardan birinin cümle kisvesine büründürülmüş hali olan “Who am i?” sorusunu düdük talimi yaparcasına cevaplandırmaya, düz dünyayı anlamaya çalışsın, ne diyelim…

*https://www.yenisafak.com/yazarlar/yusuf-kaplan/arkeolojik-emperyalizm-bu-topraklardan-islmin-izlerini-siliyor-ama-biz-uyuyoruz-yine-2058864

** Saltuk, (1993) “Arkeoloji Sözlüğü” İnkılap Yayınları, İstanbul, s. 29.

*** Özdoğan (2006) “Arkeolojinin politikası ve Politik Bir Araç Olarak Arkeoloji”, Arkeoloji ve Sanat Yayınları, İstanbul, s. 43.

 

 

1 Nisan 2021 Perşembe

GÜVENLİK SORUŞTURMASI – MECLİSİN İŞLEVSİZLİĞİ VE SOKAĞIN GÜCÜ

AKP iktidarının “benden olmayan kamu çalışanı olmasın” diyerek kullandığı ve Anayasa Mahkemesi tarafından durdurulan “Güvenlik Soruşturması” uygulaması, AKP tarafından yeniden yasallaştırılmak isteniyordu. Bu nedenle 31 Mart 2021 günü TBMM’ye yeni bir yasa teklifi sundular ve sunulan teklif muhalefetin oylarıyla reddedildi. TBMM iç tüzüğü gereği, reddedilen bir teklif bir yıl içinde tekrar meclise sunulamıyordu. Ancak AKP en iyi bildiği işi yaparak, yani yasa ve kanun tanımaz tutumunu sürdürerek, TBMM Başkanının da devreye girmesiyle yasayı yeniden meclise sundu. Ve yasa 01 Nisan 2021 günü kabul edildi. Haliyle muhalefet duruma tepki gösterdi. Yasayı yeniden Anayasa Mahkemesi’ne taşıyacaklarını ifade ettiler.

İşte muhalefetin büyük açmazı da burada başlıyor. Muhalefet, AKP’ye karşı bütün mücadele yöntemini “mecliste konuşmaya, bakanlara soru sormaya, mahkeme kapılarına gitmeye ve seçimde hesap sormaya yani seçimi beklemeye” sınırlamış durumdadır. Sokağa çıkıp tepki göstermeyi, AKP’nin işine yarar diye öcüleştirmektedir.

AKP kayyum rektör atıyor muhalefet mahkemeye gidiyor; İstanbul Sözleşmesi bir gecede feshediliyor muhalefet mahkemeye gidiyor; AKP mecliste darbe yapıyor muhalefet yine mahkemeye gidiyor.

Muhalefet, sanki normal bir demokrasi varmış, TBMM’nin bir işlevi varmış, anayasa ya da hukuk varmış gibi hareket ediyor. Oysa bunların hiçbiri yok ve bunların olmadığı yerde mücadele sadece mecliste ve mahkeme kapılarında sürdürülemez. Sokağın gücünü arkanıza almadan bu gidişi durduramazsınız. Haklı olmanız yetmez, güçlü de olmanız gerekiyor. Bu güçte mecliste ya da mahkeme kapılarında değil sokaktan geçiyor.

Siz yasa geçmesin diye mecliste mücadele ederken, on binlerde sokakta olursa o zaman güçlü olursunuz. TBMM’de 1 Mart 2003 Irak tezkeresini durduran güç, Ankara sokaklarını dolduran yüzbinlerin gücüydü. Bu gücü “aman tadımız kaçmasın”, “aman AKP’nin işine yarar” diye öcüleştirirseniz, AKP’nin istediği min
derde güreşmeye devam edersiniz ve AKP’de minderde sizi yerden yere vurmaya devam eder.

AKP’nin yarattığı bu zorbalığı, bu karanlığı ancak halkın örgütlü gücüyle yenebiliriz.